Selamunaleykum,
ben gecende bir internet sayfasina soru sordum sorunun cevabi biraz sert olmus ve fircayida yedik ama cevap degildi yinede Allah razi olsun. Su soruyu yönelttim kendilerine:
Selamunaleykum, bir sorum olacakti.Bir arkadasimla konusurken sira rabitaya geldi, kendisine seytan su fikri aklina getirmis:"bu rabita piskolojik olay babanada yapsan feyz alirsin". Bende denedim diyor tuhafdirki feyz aldim, baska kisiyi deniyorum yine aldim". Yalan söyleyen birisi degil yok filan icimden kalb zikri yaparken Allah yerine misal kola desemde kalbimde kimildama oluyor filan, arkadasta ders/virdi huzursuz yaptigini söyledi. benimde aklimi karistirdi. Yardimci olursaniz. Vesselam
Bu soruyu size yöneltmek istiyorum. Yani arkadasin hissettigi seytani feyzmi o´da verirmi sahte feyz bizmi feyz saniyoruz yoksa psikolojikmi? Selametle
*******
Ve aleyküm selâm...
Rabbim sizlerden de razı olsun.
Tamam, Mollacami sitesinde sordun, ben de 'alâ tarîkı'l-müşâkele' cevap verdim. Yani böyle bir soruya kısaca mukaddime olarak söylenecekleri yazdım. Bu şahsi sitemdeki mevcut çalışmalardan iki de link verdim. O risaleye ve makalelere baktıysanız, rabıta adına hemen her şey kayıtlı. Soruların ilmî cevapları mevcut. Bakma/okuma zahmetine girmediyseniz, yapacak bir şey yok. Tekerleği de Amerika'yı da durmadan, yeniden-yeniden keşfetmeye çıkmanın bir manası var mı?
Ne demişiz söz konusu cevabımızda:
"Arkadaşın tek kelimeyle, ‘saçmalamış’! Tarihte ve günümüzde olagelmiş bir takım sapkınlar gibi çizgiyi taşmış, sınırı zorlamış, haddini aşmış… Âmiyane tabirle; çölde kaybolmuş, susuzluktan gözleri kararmış bedevî misâli, suyla serâbı karıştırmış.
Böyle birileri için bir de tutmuş; “yalan söyleyen biri değil” diyorsun. Bundan büyük, bundan açık yalan olur mu?! Menba suyu ile lavabodan çıkan suyu tefrik edemeyecek kadar tad alma duyusundan/manevi zevkten mahrum birisinin söylediğine inanmak, muhatabın da ilim ve irfandan mahrumiyetinin bir göstergesi değil midir?
Hele hele ‘Allah Teala yerine bilmem neyi deneyip, kalbimde kıpırdama oluyor’ gibi akla nâ-sezâ laflar etmek, bilgisizlik, akılsızlık ve mantıksızlıkta, hatta hamakatta doruk noktadır.
Ahmak (kastımız o saçmalıkları konuşan kişi), Allah’ı zikreden asıl kalp senin kan dolaşımını temin eden et parçası değil ki…
Ne diyor Yunus Emre (k.s.), “Bir ‘ben’ var benden içeru”…
İşte Âlem-i Emr’deki aslına bağlı olan hakiki kalp, bedenimizdeki bu et parçasından ibaret olan surî/cismanî kalbin içinde var olduğuna inandığımız manevi kalptir. Bu, âdeta asıl kalbin kılıfı mahiyetindedir. Allah’ı zikreden de, gözlerimizle göremediğimiz fakat varlığını hissedip inandığımız o manevi kalptir. Onun zikrini melek-i mukarrebûn bile idrak edemiyor ki, o zavallı nasıl fark edebilsin. Râbıta ve zikr-i kalbi’yi ancak Rabbimiz biliyor. O bakımdan onların ecrini Kiramen kâtibin bile yazamıyor.
Ne demekse “ders/virdi huzursuz yapmak”?! Pöh pöh pöhhh!..
Geç bunları sevgili kardeşim!
Manevi değerleri maddi akılla tartmaya kalkışırsan, tabii ki aklın karışır. Ne diyor şairimiz:
“İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez”
Altın-mücevher terazisiyle kömür tartmaya cür'et edersen, maddi-fizikî ölçülerle manevi değerleri mukayeseye/ölçmeye yeltenirsen, Türkçemizdeki güzel tabirimizle “kantarın topuzunu kaçırırsın”. Sonra da kan-revan içinde kalır, manevi özürlüler güruhuna girersin. Akıbetse malum… Hafizanallah… Haberin ola!..
Sorunuzun geniş ve tatminkâr cevabı için bkz.
http://www.halisece.com/aynul-hakika-fi-rabitatit-tarika.html
http://www.halisece.com/rabita.html
Bunlardan öte daha ne gibi ilmî bir cevap bekliyordunuz ki... Bunun adına da, kusura bakmayın ama "fırça" denmez; yukarıda işaret ettiğimiz üzere ilmî tabirle "alâ tarîkı'l-müşâkele cevap" denilir. Kaldı ki biz -görüldüğü üzere- linkler vererek geniş açıklamalara da işaret ettik. Lütfen oralara bkz.
Bizim yaptığımız doğruysa arabistanın yaptığı yalnış olmaktadır haliyle.ikisi de doğru olamayacağına göre.ol zaman hac farizasını yerine getirmemiş olmuyorlarmı milyonlarca kişi hacı olmadan geri dönmüyorlarmı hürmetlerimle
*******
Sorunuzun cevabı için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/718-o-halde-hac-vazifesinde-sikinti-yok-mu.html
Mukabil muhabbetlerimle...
S.A. Muhterem hocam; İbn-i Teymiye hakkında açıklama yapabilir misiniz? En derin sevgi ve saygılarımla.. İsim mahfuz
*******
Ve aleyküm selâm değerli kardeşim;
Söz konusu şahsın asıl ismi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm ibni Abdillâh b. Ebi’l-Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir.
Harran’da doğdu (661/1263-1328), babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu.
Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı ve bu esnada, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e döndü. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.
İbn Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okutmaya başladı ve fetva verdi. Eserleri çoktur.
Hâsılı o, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz (kaide dışı, kıyasa aykırı, müstesna) görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebepleri vardır. Bunlar;
- Akîde,
- Fıkıh
- ve üslûb olmak üzere üç kısımdır.
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, mugâlata ve benzeri sebeplerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Öyle ki; tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır…
Kitaplarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir…
“İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman-zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir.
Yerine göre zâhirî, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âit olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır. Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bid'at'a karşı, zaman-zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnet’e karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir. [Hüseyin Avni Kansızoğlu, İnkişaf Dergisi, Sayı: 7]
***
Zâhidü’l-Kevserî merhum, “et-Ta‘akkubu'l-Hasîs limâ Yenfîhi İbn Teymiyye mine'l-Hadîs ve el-Buhûsu'l-Vefiyye fî Müfredâti İbn Teymiyye” ismini verdiği eserlerinde, bir kısım hadisler hakkındaki tavrını ve şâzz görüşlerini tenkit ettiği İbn Teymiyye'nin, bâhusus itikadî mevzulardaki tavrını/tutumunu hemen her çalışmasında tenkit etmiştir.
Bilhassa adı geçen eserinde, İbn Teymiyye'nin “Minhâcu's-Sünne”de ele aldığı birçok mevzuda sahih hadis mevcut olduğu halde, o mevzularda hadis bulunmadığını veya mevcut hadislerin güvenilmez olduğunu söylemesini tenkit etmektedir. Diğer benzerleri gibi bu iki kitabı da basılarak ilim âlemine kazandırılmayı beklemektedir.
Gerek “Makâlât”ında, gerekse diğer telifleriyle, ta'lik ve takdim yazılarında sık-sık İbn Teymiyye'nin görüşlerine temas etmiş ve kendisine zaman zaman oldukça ağıra kaçan tenkitler yöneltmiştir. Bunların başında İbn Teymiyye'nin, Allah Teala'yı, mahlûkâta mahsus vasıflarla tavsif etmesi gelir. Her ne kadar İbn Teymiyye, "teşbih" ve "tecsim" olarak ifade edilen tavra katılmadığını belirtmişse de, takip ettiği yolun sonunun teşbih ve tecsime çıktığı da bir gerçektir.
Bilindiği gibi İbn Teymiyye, gerek hayattayken, gerekse ölümünden sonra en fazla tenkit edilen âlimlerden birisidir. Geniş ıttılâı/bilgisi, güçlü hafızası ve keskin dili ile o da pek çok büyük âlime ağır cevaplar vermiş, tenkitlerde bulunmuştur.
Bıraktığı çok sayıda eser, büyük yankılar ve derin tesirler uyandırmıştır. Bilindiği üzere günümüzde Suud merkezli “Vehhabîlik” hareketi ile “Selefîlik” diye anılan akım, İbn Teymiyye'nin yıkıcı tesirinin en büyük ve muşahhas iki nişanesidir.
***
İslâm’ın itikat-amel-ahlâk nizamı içinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarını iki grupta toplamak mümkündür:
Birinci grubu İslâmî kaynaklara samimiyetle bağlı, ilim-akıl ve mantık ölçüleri içinde gelişmiş fikir sistemleri…
İkinci grubu da, art düşüncelerle ve bid’at halinde zuhur eden, mugâlataya dayanan düşünce tarzları olarak mütâlaa etmek mümkündür.
Birinci grup Ehl-i Sünnet câmiasını teşkil ederken, ikinci grup da dalâlet fırkaları denilen sapık fikir cereyanlarının bütünü ihtiva etmektedir.
İslâm’ın fikir düzeni içinde doğan Ehl-i Sünnet düşüncesi, ilhamını İslâm fikriyatından almış… Onun dört aslî kaynağından fışkıran âb-ı hayat ile beslenerek gelişmiş… Ve onun mecrası istikametinde yoluna devam etmiştir.
Bid’at ve türedi görüşler, İslâmî fikir düzeninden sapan, başka mecralara akan, siyasî-içtimaî-nefsanî arzu ve menfaatlerin sevki ile ortaya çıkan düşünce akımlarıdır.
İşte bu akımlardan biri de (İbn Teymiye’nin mugâlataları/demagojileri çerçevesinde gelişen) Teymiyecilik-Vehhabilik’tir.
Hicrî VIII. Asrın başlarında zuhur eden Teymiyecilik, zaman-zaman İslâm düşünce düzenini zorlayarak Ehl-i Sünnet câmiası dışına çıkmıştır.
Teymiyecilik’in diğer dalâlet fırkalarından farklı ve kendine hâs bir görünüşü vardır. Her cereyanın fikir vasatındaki yeri ve hususi adı doğru olarak belirlenmiş ve kendilerince de kabul edilmiş olduğu halde, Teymiyecilik, kendisini Ehl-i Sünnet yolu olarak takdim etmek ve asıl Ehl-i Sünnet mezhebini Kitap ve Sünnet esasları dışında göstermek istemekle sahte ünvan peşindedir. (Nitekim yeni bir tevhid anlayışıyla ortaya çıkan bu cereyanın lideri İbn Teymiye’nin, İslâm’ın saadet devri ile Sünnet yolunun kapanmış ve tâ kendisi gelip (sekizinci asırda) yeniden fikir trafiğini açıncaya kadar bu yolun kapalı ve âtıl kalmış olduğunu iddia ettiğini ve taraftarlarının da aynı görüşü müdafaa ettiklerini görüyoruz.)
Ne var ki zamanında ve müteâkip devirlerde pek revaç bulmayan bu görüş, mezhep haline gelememiş; ancak bazı çevrelerde sadece münferit bir fikir olarak bahismevzuu edilmiştir.
Hicrî on ikinci asırda cahil ve mefkûresiz bir muhitte yetişen Muhammed bin Abdilvehhâb, İbn Teymiye görüşüne sahip çıkmak ve buna siyasî bir hava içinde kuvvet yoluyla ve büyük gayretlerle yaymağa çalışmakla bu görüşün bazı bedevî çevrelerinde taraftar bulmasına muvaffak oldu. Böylece sert, soğuk, musamahasız, dar görüşlü, fikir yerine küfür ile kendisini müdâfaa eden bir cereyan (Vehhabilik) meydana geldi.
Esaslarını “Tevhidi koruma adına Müslümanları tekfir etme” diye hulasa edebileceğimiz bu cereyan, maalesef bugün, bazı Müslüman memleketlerine (hakim, bazılarında yaygın, bazılarına ise) sızma istidadında görünmektedir…
Teymiyecilerin-Vehhabilerin itikadlarının ana hatlarını dört madde halinde özetlemek mümkündür:
1. Tecsim ve teşbih: Allah Teala ve Tekaddes hazretlerini cisim tasavvur etmek ve O’nu mahlukata (yaratıklara) benzetmek…
2. Rubûbiyet tevhidi ve unlûhiyet tevhidi meselesi… İslâm’ın tevhid akîdesinde, bu iki türlü tevhid meselesini ilk ortaya atan İbn Teymiye’dir.
3. Peygamber Efendimize saygısızlık… Oysa Rasûlullah’a (s.a.v.) saygı dinî bir vecîbedir.
4. Müslümanları ulu-orta tekfir etmek, muhaliflerine şirk damgası vurmak… Bu meselenin ne kadar nazik-hassas olduğu hemen herkesin malumudur. Kim bir mü’mini tekfir ederse, kendisi kafir olur.
Vehhabilere (İbn Teymiyenin yolunda-fikriyatında gidenlere) göre, İslâm dininin güvenilir kaynakları, sadece İbn Teymiye ve talebesi İbn Kayyım’a ve Vehhabilik’in kurucusu İbn Abdilvehhab’a dayanan kaynaklar ve nakillerdir. Başka hiçbir İslâm âlimine itimat etmez, zerre kadar değer vermezler. Kendi sapık görüşlereni teyid eder mahiyette söz bulurlarsa, onu alırlar. Onlara göre cihanşumûl İslâm dininin uleması; bu üç kişiden yani İbn Teymiye, İbn Kayyım ve İbn Abdilvehhab’dan ibarettir. Hz. Osman (r.a.) zamanından günümüze kadar fütuhatlar ile dünyanın dört bucağına yayılıp genişleyen ve mevcut dünya nüfusunun dörtte birinden fazlasını teşkil eden, sahih hadiste beyan olunduğu üzere Cennet ehlinin üçte ikisini teşkil edecek olan Ümmet-i Muhammed ise, Vehhabilerden ve Vehhabi itikadı üzere olanlardan ibarettir(!). [Abdülkerim Polat, Teymiyecilik-Vehhabilik ve Tevhidi Koruma Adına İşlenen Cinayetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1977, s. 5-10. Daha geniş, tamamlayıcı ve tatmin edici bilgi için adı geçen esere, ayrıca İbn Bâtûtâ’nın Seyahatnamesine de bkz. Şam’da bir vaazdan sonra kürsüden inerken, ‘Allah da benim gibi böyle kürsüsünden iner’ dediğini ve halk tarafından yaşadığı linç girşimini, bu esnada sarığının düşüp altından ipek bir takke çıkışını, âlimlerin tenkidini, idarenin onunla ilgili verdiği kararları okuyunuz.]
S.a hocam. hayırlı sabahlar. ben anasınıfı öğretmeniyim. işimiz gereği çocuklara resim ve el yapımı kuklalar, kardan adam, çeşitli hayvan şekilleri yaptırmak zorunda kalıyoruz. heykele benzeyen şeyler. dinimizde de bu tür şeyler yapanlar için hadi yaptığın şeye can ver şimdi misalinde bir şey duymuştum. sizce hata mı yapıyor tüm öğretmenler yoksa caiz mi
*******
Ve aleyküm selam kardeşim, size de hayırlı günler...
Duyduğunuz doğru. O bakımdan mümkün mertebe cansız tabiat manzaraları; bağlar-bahçeler, çiçekler, dağlar-taşlar, ağaçlar-ormanlar, deniz-göl, nehir-dere v.s. resimleri çizdirirseniz iyi-doğru ve isabetli olur.
Sayın hocam, kurban vekaletinde "verdim-aldım" lafızlarının söylenmesi şart mıdır? Karşı tarafa bunu ima eden baş sallama veya el hareketleri de bu kabilden midir? Veya kurbanını kestireceği kişiye "Benim kurbanı da hallet" demek, vekalet vermek olarak yeterli midir? Teşekkürler - Bahadırhan
*******
Sayın okurum;
Yeterlidir; çünkü kurbanı kestirme mevzuundaki izin/vekalet, bizzat ifâde edilebileceği gibi, izne delâlet eden söz, fiil ve davranışlar da izin sayılır. Meselâ;
Bir Müslüman kurbanlık satın alsa, kurban bayramı günü hayvanı yatırıp ayaklarını bağlasa; onun emri olmadan bir başkası gelip hayvanı boğazlasa, bu kurban için yeterlidir. Başka bir hayvan kesmek gerekmez.
İki Müslüman yanılarak birbirlerinin kurbanlarını kendi adlarına kesmiş olsalar, vacibi yerine getirmiş olurlar; kestiklerini değişmek suretiyle kendi hayvanlarını alırlar. Eğer böyle bir durumu etler yenildikten sonra farkederlerse, helâlleşirler.
Aralarında anlaşmazlık çıkarsa, birbirlerine kurbanlıkların değerini öderler. Eğer eyyâm-ı nahr geçmiş ise, bu paraları tasadduk ederler.