Selamün aleyküm hocam, kişinin babası doğumunda akîka kurbanını kesmemişse, büyüdükten sonra imkâna kavuştuğunda kendisinin kesmesi gerekir mi?
Gerekirse bu gecikmeden dolayı kesilecek kurban sayısında bir farklılık olur mu?
Soru: M. Hilmi tarafından soruldu. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Bilindiği gibi yeni doğan çocuk için şükür maksadıyla kesilen kurbana, “akîka” adı veriliyor.
Akîka kurbanı kesmek müstehaptır.
Akîka kurbanı olarak kesilecek hayvanda, diğer kurbanlarda aranan şartlar aranır.
Akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilirse de, doğumun yedinci günü kesilmesi sünnete muvafık ve daha faziletlidir.
Akika kurbanının etinden ve derisinden, kurban sahibi dâhil herkes istifade edebilir.
***
Akîka kurbanı ve yetişkinler
Çocukluğunda kesilmemiş yetişkinler için, şer’î bakımdan / fekva bakımından, akîka kurbanı kesmek gerekmez. Dolayısiyle kesilmediği zaman dinî açıdan bir şey icap etmez. Fakat, ihtiyaten kendi akîka kurbanını kesen yetişkin kişi, bunu yerine getirmekle güzel bir iş yapmış, takvâ ile hareket etmiş olur. Bunun gecikmesinden dolayı kurban adedinde herhangi bir değişiklik söz konusu olmaz.
Akîka kurbanının ehemmiyetini ifade eden ulemâdan bazıları demiştir ki;
‘Bir kimsenin kendi akika kurbanını kesmesi müstehaptır, çünkü bu kurbanı kesmek müekked sünnettir. Kimin babası bu sünneti terk etmişse, gücü yettiği takdirde babasının yerine bu sünneti ifa etmesi meşrûdur. Zira bu mevzudaki hadisler umumidir’.
Keza mü’minler, imkânları nisbetinde Kurban bayramının dışında da, zaman zaman Allah için kurban kesip tasadduk etmelidirler. Bunun faydaları büyüktür. Pek çok kaza ve belaya mâni olur.
***
Akika kurbanı hakkında gelen hadis-i şeriflerden bazıları
1) Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Yeni doğan her çocuk, akîkası karşılığında rehindir (Akîkası kesilmeden ölürse, kıyâmet günü anne ve babasına şefaat etmekten men edilir). Akîkası doğumunun yedinci gününde kesilir, (aynı gün) başı tıraş edilir (saçının ağırlığınca altın tasadduk edilir) ve kendisine isim verilir." [İmam Ahmed ve Sünen sahipleri, Semura b. Cündüb'den sahih bir isnadla rivâyet etmişlerdir.]
2) Ümmü Kürz'den (r.anha) rivâyet olunan hadis-i şerifte o, Rasûlullah’a (s.a.v.) Akîka hakkında sormuş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Doğan erkek çocuk için iki koyun, kız çocuğu için ise bir koyun kesilir. Koyunların erkek veya dişi olması size bir zararı yoktur (fark etmez)." [Tirmizî, Sünen, Hadis no: 1516, hadis, hasen sahihtir; Nesâî, Sünen, Hadis no: 4217]
3) Tirmizî bu hadisin bir benzerini de şöyle nakletmiştir:
Âişe (r. anha validemiz) anlatıyor: Rasûlullah’ı (s.a.v.) şöyle derken işittim:
"Doğan erkek çocuğu için birbirine denk iki koyun, kız çocuğu için ise bir koyun kesilir." [Tirmizî, Sünen, Hadis no: 1513, hadis, hasen sahihtir; İbn-i Mâce, Sünen, Hadis no: 3163]
Akîka mevzuu hakkında ayrıca aşağıdaki linklere de bkz.
http://www.halisece.com/genel-fikhi-konular/776-akika-nesike-kurbani.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1616-dogum-oncesi-ve-sonrasinda-yapilmasi-gerekenler.html
http://halisece.com/sosyal-meseleler/2252-cocuk-terbiyesi-ve-safhalari.html
Müsthcen şeyleri aklına getirmek düşünmek caiz midir hocam istemeden de olsa olabiliyor ne yapmalıyız
Soru: Mert tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Selamün aleyküm.
İyi ve güzel hususları tefekkür etmek varken, kalkıp küfür ve günah fiilleri, müsthcen şeyleri düşünmek caiz olmaz, mü'min için münasip bir hâl değildir. Bununla beraber irade dışı akla gelen bu gibi haller, düşünceler, söz ve fiiliyata geçmediği müddetçe sırf hayâl etmekle, düşünce kurmakla şer'î bakımdan vebâl oluşmaz, günah olarak yazılmaz. Zira adı üstünde hayâldir, hayâl üzerine hüküm bina olunmaz.
Ancak hakiki mü’minler olarak hayâllerimizi de temiz tutmaya, kötü ve yanlış düşüncelerle aklımızı-fikrimizi kirletmemeye çaba göstermeliyiz. Her şeye rağmen, sizin ifadenizle ‘istemeden de olsa’ kirlenen iç âlemimizi ise, devamlı tevbe ve istiğfarla temizlemeli, salavât-ı şerifelerle süsleyip, nûr-i İlahî ve feyz-i Muhammedî ile de tenvîr etmeliyiz.
***
A ç ı k l a m a
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Allahu Teâlâ ümmetimden nefislerinde (içlerinde-kalplerinde) yapmayı arzuladıkları (kötü / günah olan) şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları müddetçe affetti.” [Buhârî, Sahih, c. VII, s. 59]
Bu hadis-i şerifte, insanların içinden gelip geçen gayrimeşrû arzu ve istekler pratiğe dökülmediği sürece, bundan dolayı cezaya-azaba çarptırılmayacakları ifade edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de ise, “Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker” [Bakara suresi, 284] buyrulmuştur. Bu ayetten de, zihin-fikir planındaki düşüncelerimizden de imtihana tâbi olduğumuz anlaşılmaktadır. Buna göre küfrünü açığa vuran kâfir gibi, küfrünü gizleyen münafık da hesaba çekilecektir. Farklı manaları mümkün kılan hadis ve ayetlerin varlığı, âlimlerin de farklı görüşlerde bulunmasına imkân vermiştir.
Nitekim bu ayet-i celileden anlaşıldığı üzere, insanların hiçbir şeyi Allah'tan (c.c.) gizli kalmaz. Bundan dolayı insanların açığa vurmaları ve gizli tutmaları bir önem taşımaz, kendi hür iradeleriyle ve isteyerek yaptıkları tercihler ve seçimlerle yaptıkları işlerin tamamı hesap sınırlarının içine girer ve hepsinin hesabını Allahu Teâla sorar, kulu sorumlu tutar. Fakat sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini mağfiret eder / bağışlar, dilediğine de azap eder. İşte bundan dolayıdır ki; O'nun azabı bile mahza adalettir, mağfireti de sırf ihsan ve inayettir. Gerçi burada önce mağfiret zikredilip, azabın önüne alınmıştır. Lakin bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine) ait muâmele ve hükümler olduğundan mağfiretin kime nasip olacağını, adaletin kime tecellî edeceğini yine Hz. Allah'tan başka kimse bilmez.
Bu hakikat karşısında insan olanlar kısmetlerine adalet çıktığında, haklarına düşen şeyin azap olmaması için, açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp, kâmil imanla hayır ve hasenâta sarılmalı… İyilikleri ve faziletleri alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı… Çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk olarak değil, hâl olarak dahi bulunmamalı… Kendi içlerindeki / düşüncelerindeki her fenalığı söküp atmaya çalışmalıdır.
Bunlar nasıl gerçekleşir, diye karamsar olmamamız lazım. Allahu Teâla her şeye kâdirdir. İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve yeri yaratan, ademden (yokluktan) vücuda getiren Allah (c.c.), hepsini bir anda yok etmeye ve öldürmeye kâdir olduğu gibi, ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık geçmişin hesabını sormaya; iyilere iyi, kötülere kötü karşılık ve ayrıca fazladan mükâfat vermeye, azabı hak etmiş olanları bağışlamaya da kâdirdir. [Bkz. Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri]
***
N e t i c e
Evet; insan, iradesi dışında kalbine gelen vesvese, telkin, tasavvur-düşünce ve hayâllerden dolayı sorguya çekilmez. Çünkü, bu ayetten sonra gelen ayetlerde ifade edildiği üzere, "Allah hiçbir nefse (kişiye / canlıya) gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez." Bu sebeple, hakkında herhangi bir kasıt, bir niyet ve gaye bulunmayan, gayr-ı ihtiyarî / iradeleri dışında insanların kalbine gelen günahlardan ötürü bir sorumluluk yoktur. [Bkz. Nesefî, Tefsir, ilgili ayet tefsiri]
Kısacası, eğer bu düşünceler insanda vesvese halindeyse, bunu sözle dışarıya vurup, fiiliyata geçirerek yapmadıkça elbetteki sorumlu olmaz.
Âlimlerin açıklamalırına göre, bir insan bir günah işlemeye azmettiği / niyetlendiği halde o azminden vazgeçip, pişman olarak tevbe ederse, bundan da mes’ul olmaz. Keza bir kişi, bir günah işlemeye teşebbüs ettiği halde, kendi iradesinin dışında bir engel çıktığı için o işi yapmaya muvaffak olamadıysa, yine işlemediği o fiilin günahını yüklenmiş olmaz; ancak işlemeye kastettiği / niyetlendiği için, o kasıt ve niyetinin vebâlini çeker. Mesela; zina etmeye niyet eden bir kimse, bir şekilde buna muvaffak olamazsa, zina fiilinden / günahından mes’ul olmaz. Fakat içinde Allah’a karşı beslediği isyandan ötürü, şayet Allah affetmezse, bu kötü niyetinin karşılığını görür. O bakımdan unutmamak lazım; âlimlerin cumhuruna / çoğunluğuna göre bu hadisin hükmü, azmedilmeyen tasavvurlar içindir. Yoksa, bizzat yapılması kastedilen ve içten niyet edilen bir günah işlenmezse bile sorguya-suâle tâbidir. [Bkz. Nesefî, Tefsir, ilgili ayet tefsiri] Bunu da gözardı etmemek ve her şeye rağmen dikkatli ve hassas davranıp, sık sık;
“Kavlen, fiilen, amelen, havâtıran (içimizden geçen kötü düşüncelerden) estağfirullâhe’l-azıym ve etûbü ileyk min cemîi mâ kerihallâh” istiğfarını dilimizden ve gönlümüzden eksik etmemek lazım.
Meali: “Söz, fiil, amel ve havâtırda (kalbimize gelen düşüncelerde), Allah katında kerih olan şeylerin cemîinden (tamamından yine) Allahu Teâla’ya tevbe ve istiğfar ederim.” demektir.
selamün aleyküm muhterem hocam.benim sorum şu '' namazda duha suresi okumak doğru değil diye birşeyler duyduk acaba bunun aslı varmıdır? birde efendimiz s.a.v in saçları uzun muydu.şemail kitaplarında en kısa halinin kulak hizasını geçtiği şeklindedir.şimdiden Allah razı olsun
Soru: mehmet tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam değerli kardeşim; sorularınıza gelince…
1. Namazda zamm-ı sûre olarak ‘Duhâ sûresinin okunması’ halinde vâki olacak tecelliyat hakkında Üstâzımız (k.s.) Hazretleri’nden bir nakil var. Kanaatimce sorduğunuz husus onunla alakalı. ‘Amme Cüz’ü Tefsiri’nden o kısmı aynen iktibas etmeye çalışalım.
“Duhâ sûresinin sebeb-i nüzûlü:
Yahudiler Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) bir adam gönderip şu üç mes’eleyi sorar:
(1) Sedd-i Zi’l-Qarneyn,
(2) Ashâb-ı Kehf,
(3) Rûh.
‘Eğer rûh hariç diğerlerinden cevap ve mâlûmat verirse, ‘hak Nebî’dir, yani ahir zaman Nebîsidir’, dediler.
Vakta ki adam Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) gelip, (suallerin) her üçünü de sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) de;
- ‘Sabah cevap veririm’ buyurup ‘İnşâallah’(mübarek lafzı kendisine unutturuldu) söylemediler.
(İşte), bir rivayete göre ‘İnşâallah’ buyurmadığından dolayı…
Bir diğer rivayete göre, müşrikler Efendimizin (s.a.v.) hâne-i saâdetlerinin altına veya pek yakın bir yerine bir köpek lâşesi atmışlar, bunun için Cebrâil aleyhisselâm 15 veyahut 45 gün gelmemişlerdi, yani vahy getirmemişlerdi. Zira ‘Suret bulunan veya köpek bulunan hâneye melek gelmez.’ [Bkz. Buhârî, Sahih, Libâs, 88]
Vahyin kesilmesinden dolayı müşrikler,
- ‘Muhammed’i Allah’ı terk etti, bıraktı’ diye alay etmeye ve aynı zamanda propaganda yapmaya başladılar.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de, onların böyle söylemelerinden müteessir olmuşlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu sûre-i celîleyi inzâl buyurup, ‘Rabbin seni ne terk etti ve ne de buğz etmekle bıraktı’ demekle müşrikleri red ve Habîbini tesellî buyurmuştur. Yani Cenab-ı Hak, ‘Habîbim müteessir olma; Rabbin seni ne bıraktı ve ne de terk etti’ buyurdu.
Bu sûre-i celîle nâzil olduğu zaman, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) mübârek vücûdunda büyük bir sarsıntı olmuştur. Sûrenin nüzûliyle Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), ‘Allâhu Ekber’ diye tekbir almıştır.
Ve bu sûreden sûre-i Nâs’a kadar sûrelerin aqabinde ‘Tekbir’ getirilir. [1]
Her ne zaman sûre-i celîle okunursa, muhakkak bir sarsıntı olur! Biz Hazretim(iz)’le (k.s.) sûreleri tefsir ederken, bu sûrede sarsıntı olmuştu.
Pîrân (k.esrarahum), seferde iken namazda imam bu sûreyi zamm-ı sûre koşarsa, iki gün oradan hareket etmezlermiş.” [Mehmet Aksoy (Ahbab hocaefendi merhum), Amme Cüz’ü Tefsiri, gayr-i matbû, s. 69-70]
2. “Efendimiz (s.a.v.)’in saçları uzun muydu?” diye sormuş ve ardından da, “Şemâil kitaplarında en kısa halinin kulak hizasını geçtiği şeklindedir” diye bir açıklamada bulunmuşsunuz. Bilindiği üzere Şemâil-i şerifle alakalı pek çok eser vardır. Dolayısiyle rivayetler de muhteliftir. Kafa karışıklığından kurtulmak ve sağlıklı bir neticeye ulaşbilmek için, lütfen aşağıdaki linke bkz. Oradan bu meselenin detaylı cevabını dikkatle okuyunuz. Bu noktada en kestirme yol herhalde bu olacaktır.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2388-peygamber-efendimiz-s-a-v-in-mubarek-saci.html
Dipnot
[1] Duha sûresinin sonunda ve ondan sonra Kur'ân-ı Kerim’in nihayetine kadar her sûre bittiğinde tekbir getirmek sünnettir. Bu tatbikat Rasûlullah Efendimizden (s.a.v.) rivayet edilmiş olup, mâlum olduğu üzere öteden beri yapıla gelmiştir. Yedi kırâet imamından biri olan İbn Kesîr (rh.) yoluyla rivayet edilmiştir. Bunu rivayet eden Ebu Hasen Bezzî (rh.) hazretleri şöyle demiştir:
‘İkrime b. Süleyman'a okudum. Dedi ki: İsmail b. Abdullah b. Kostantin'e okudu. Ve'd-Duhâ'ya geldiğimde şöyle dedi: Hatim edinceye kadar her sûrenin sonuda tekbir al. Çünkü ben Abdullah b. Kesîr'e okudum. Ve'd-Duhâ'ya geldiğimde, ‘Hatmedinceye kadar tekbir al.’ dedi ve Abdullah b. Kesîr bana haber verdi ki, Mücâhid'den (rahımehumallah) okumuş; O bunu emretmiş ve haber vermiş ki, İbn Abbas (r.anhuma) ona bunu emretmiş ve haber vermiş ki; Übeyy b. Ka'b ona bunu emretmiş ve haber vermiş ki, Rasûlullah (s.a.v) ona bunu emretmiştir.
Bunu sahih kaydını koyarak Hâkim ve İbn Merduye, "Şuab"da Beyhakî (rahımehumullah) ve kırâet kitapları tesbit ve nakl etmişlerdir. Nisâburî (rh.) "Ğarâibu'l-Kur'ân" adlı tefsirinde bu rivayeti kaydettikten sonra da demiştir ki:
'İmam Şafiî'den (rh.) rivayet edildiğine göre, o da Ve'd-Duhâ'nın sonundan Kur'ân-ı Hakîm’in sonuna kadar her sûrenin bitiminde tekbirin sünnet olduğu görüşündedir. Kunbül'den de böyle rivayet edilmiştir. Bunun sebebi, zikredildiği üzere, vahiy biraz gecikip de bu sûre indiği zaman Rasûlullah (s.a.v.) bunu tasdik ederek, "Allahu Ekber" demiş olmasıdır'. [Bkz. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Duha sûresi tefsiri]
Diğer bir rivayette göre ise, bunu bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tavsiye etmiştir:
Übey bin Ka'b (r.a.) Kur'ân-ı Kerîm'in kısa sûrelerini Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda okudu. Nebî sallallahu aleyhi vesellem de her sûrenin sonunda tekbir getirmesini söyledi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) Dûha sûresinden itibaren her sûrenin sonunda tekbir getirilmesini hoş gördü. [Hâkim, el-Müstedrek, 3, 304]
Suru: Meltem tarafından soruldu. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Hıdırellez; Hızır ve İlyas aleyhimesselâmın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdî 6 Mayıs, Rûmî 23 Nisan’a rastlayan güne verilen isimdir. Söz konusu günde Hz. Hızır ve Hz. İlyas (aleyhimesselâm) buluşarak sohbet ederler… İşte bu hadiseye istinaden, halk zamanla bu günde buluşup Hızır ve İlyas aleyhimesselâmın bu buluşma geleneğini devam ettirmek maksadıyla kutlamalar tertip eder olmuşlardır.
Hızır aleyhisselâmın dolaştığı yerde Hz. Allah’ın lûtfu ile yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. Nitekim Ebû Hureyre’den (r.a.) nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hızır’a Hızır denmesinin sebebini izah ederken; “Hızır, otsuz kuru bir yere oturduğunda ansızın o otsuz yer yeşillenerek hemen dalgalanırdı” [Tecrîdî Sarıh Tercümesi, 9, 144] buyurmaktadır.
Hızr yahut Hıdır Arapça bir kelime olup, yeşillik mânasına gelmektedir. [Bkz. Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, IX,144]
İslâm âlimlerinin çoğuna göre Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf sûresindeki kıssada, ‘kullarımızdan bir kul’ diye zikredilen sâlih zattan Hz. Hızır’ın anlaşıldığı ve onun peygamber olduğu hususu da müfessirlerin bazılarının tercih ettiği görüştür. [İbn Kesîr, Tefsir, 5,179; el-Kehf suresi, 65] Ancak bazı âlimler tarafından da nebî değil velî olduğu görüşü ileri sürülmektedir. [Tecridî Sarîh Tercümesi, 9, 145]
İlyas aleyhisselama gelince…
O, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerinden olup Kur’ân-ı Kerîm’de ismi İlyas (a.s.) ya da “İlyâsîn” şeklinde zikredilen [Sâffât suresi, 130] zattır. “Şüphesiz İlyas da mürselînden (gönderilmiş peygamberlerden)dir.” [Sâffât suresi, 123], diye hitab edilen İlyas (a.s.), İsrailoğullarına Allah’ın Rasûlü olarak gittiğinde onlar, “Ba‘l” adında dört cepheli put’a tapıyorlardı. Hz. İlyas’ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş, peygamberliğini yalanlayarak [Saffât suresi, 124] onu ülkeleri olan Ba‘l-bek’ten çıkarmışlardı… Allahu Teâla’nın gadabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas aleyhisselamı geri çağırmışlardı. Fakat tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s.) da oradan uzaklaşmıştı.
İlyas alelyhisselam İsrailoğullarından ayrılarak Hızır (a.s) ile buluştu. Bu buluşma ile isimleri “Hızır-İlyas” şeklinde iken, sonradan ‘Hıdrellez’ diye telaffuz edilmeye başlanmıştır.
Bazı şeyler halk örfünde kabuk bağlayıp zamanla özünden uzaklaşır duruma girebilmektedir. Mayıs ayının başında kutlanan Hıdırellez âdetinde de böyle bir kabuk bağlama durumu söz konusudur. Vak’anın aslını şöyle hikâye edebiliriz:
Ülû'l-azm peygamberlerden Musa aleyhisselam zamanında hükümdarın birinin temiz niyetli bir oğlu kendini dine verir, dinini yaşayıp Allah yolundaki hizmetlerle hayatını değerlendirmek ister. Babasının hükümdarlığı, makamı-mevkii onu tatmin etmez. Hükümdar oğlunun kendini dine, dinî hizmetlere adaması, çevrenin irşadına yönelmesi Rabb'imizin de rızasına vesile olur. Ona kerametler ihsan eder. Bu genç, insanları irşat için seyahatler ederken uğradığı çorak araziler yeşillenmeye başlar. Kupkuru çöllerin yemyeşil hale gelişi, oradan hükümdarın oğlunun geçtiğini göstermiş olur.
Arapça da yeşilin bir adı da ‘hazr-hadr’ olduğundan, çorak yerlerin yeşillendiğini gören halk, ‘buradan Hızır geçmiştir’ diyerek Hızır ismini meşhurlaştırmaya başlar... Bir ara bu genç, zamanın peygamberlerinden İlyas aleyhisselamla da buluşur. Böylece İlyas aleyhisselamla buluştuğu güne halk Hızır-İlyas buluşma günü olarak bu ismi verirler. Sonraları bu isim yuvarlanarak Hıdırellez şeklini alır. Tıpkı Hoca Nasreddin rahmetullahi aleyhin, oğlunuzun adını Eyyüb koyarsanız dikkat edin, sora söylene söylene ‘ip’ kalır, sözündeki gibi, ‘Hızır-İlyas’ terkibi de Hıdırellez olup çıkar.
Yukarıda da belirtildiği üzere Hızır’ın aslında geçtiği yerleri yeşillendiren keramet sahibi bir velî mi, yoksa ayrıca bir de peygamber mi olduğu hususunda çeşitli rivayetler vardır. Lakin gerçek olan odur ki; velilerin hayatını yaşamakta olan Hızır aleyhisselam, beş çeşit hayat derecesinin ikinci derecesinde yaşamaktadır. Bu derecedeki hayat bizim gibi maddi şartlarla bağlı değildir. Bu hayata sahip olanlar, bir anda birçok yerde farklı görüntülerle bulunabilir, görülebilirler.
Bu yüzden halk arasında, manevi yardıma kavuşanlar için, ‘Hızır aleyhisselam erişmiştir imdadına’ diye de söylenmektedir. Ki doğrudur, zaman zaman sıkışan kulların imdadına yetişir Hızır aleyhisselam…
Hızır-İlyas aleyhimesselamın buluşma zamanı olarak bildiğimiz 6 Mayıs Hıdırellez gününe bu bilgi ve ilgi ile bakılırsa, herhalde gerçeğe daha yakın bir görüş ve kutlama söz konusu olur.
Ateş yakılıp üzerinden atlanması, oyuncak evler yapıp gerçeğine kavuşulacağının düşünülmesi vs. gibi âdetler bid’attir, tehilekilidir. Mutlaka kaçınılması gerekir. Bununla birlikte tabii ki Allahu Teâla’dan isteklerimizde, başta Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberler (aleyhimüsselam) ve onların ashâbı, vârisi olan zevat-ı kiram, evliyûullah, ricâl-i maneviyye vesile edinilebilir. Nezd-i ilahiye olan münacat ve müracaatlarımızda onları vasıta kılabilir, onların aracılığıyla ihtiyaçlarımızı arz edebiliriz. Vehhabilerin ve o zihniyette olanların dediği gibi bu usûlün -hâşâ- küfürle, şirkle uzaktan ve yakından hiçibr alakası yoktur. Bilakis tevessül / Allah’a yaklaşma hususunda vesilelerden birini vasıta edinmek bizzat Rabbimiz tarafından emredilmiştir. [Bkz. Mâide suresi, 35]
Muhakkak ki her şeyin hakiki manada sahibi ve mâliki Cenab-ı Hak’tır. Her şey O'nun kudretindedir. O'nun izni ve haberi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Bütün dilekler, hangi vesileyle-vasıtayla dilenirse dilensin, onları yaratan, veren sadece O’dur. Çünkü dileğimizi yerine getirebilecek yegâne kudret sahibi Allahu Teâla’dır.
Arzu ve ihtiyaçlarımız için vasıta edindiğimiz kullar ise, ancak birer vasıtadır. Fakat, bizzat Rabbimiz tarafından müracaat etmemiz emredilen vasıtalardır (aracılardır)... Öyle birilerinin kendi kafasından uydurduğu bir vasıta-vesile-aracı değildir.
Evet, Kur’an-ı Kerim’de,
"(Rasûlüm) de ki: Allah'ım, sen mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir, sen her şeye kadirsin. " [Âli İmran suresi, 26] buyruluyor.
Anvak, vesilelere müracaat (esbâba tevessül) da, biraz önce belirttiğimiz gibi bu işin en önemli usûl ve âdabındandır. Her ne kadar her şeyi veren-alan Mevlâmız olsa da, âdap ve usûle riayet etmeyen kul, hiçbir zaman maksadına-hedefine / arzu ve isteğine ulaşamaz. Bu kaide, basit dünya işlerinden dahi böyledir. Usûl hatası yapan, isteğini daha yukarılara taşıyıp götüremez, arzusunu gerçekleştiremez.
Mevzu ile ilgili daha detaylı bilgi için lütfen aşağıdaki linklere bkz.
http://www.halisece.com/sosyal-meseleler/377-hidirellez-hizir-ve-ilyas-aleyhimesselam.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1645-hiderellez-de-piknek-yapmak.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/570-hizir-aleyhisselam-yasiyor-mu.html
Selamunaleykum hocam organ bagisi dinimizce caiz midir? Simdiden teskkurler hocam
Soru: Ramazan tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Organ nakli / bağışı(!), daha önce de mükerreren soruldu ve cevaplandı. Ama görüyorum ki mesele, bu günlerde gene gündemde ve bizim okuyucu da -maalesef- her mevzuda olduğu gibi bu hususta da sorunun cevabını evleviyetle siteye bakıp araştırmak yerine, yeniden sormayı tercih ediyor. Nedense buna bir türlü alışamadık. Ne yapalım, şu an için az da olsa vaktimiz ve vaziyetimiz müsait gibi gözüktüğüne göre, biz de meseleyi hulâsaten tekrar ele alalım ve önceki linkleri de hatırlatalım.
***
Sualinize, evvela ‘organ bağışı’ terkibinin pek de doğru bir ifade olmayacağını hatırlatarak başlamak istiyorum. Çünkü fıkhen-hukuken, ancak kendimize ait bir malın bağışı yapılabilir. İnsan ve insanın parçası olan organ ise, en başta mal değildir, dolayısiyle bunun bağışı da olmaz. İnsan mükerrem, muhterem, çok değerli bir varlıktır. Sâniyen bedenimiz ve canımız tasarrufumuzda değildir, bize Rabbimizden bir emânettir. Bu sebeplele ‘organ bağışı’ yerine ‘organ nakli’ terkibini kullanmak herhalde daha münasip olacaktır.
***
Organ nakli / bağışı(!) hususunda yapılan fıkhî çalışmalardan çıkan sonuçları şu şekilde özetlememiz mümkündür:
1. İnsanın kendi bünyesinden bir parçayı başka bir yere nakletmek caizdir. Bu tedavinin, daha ağır bir zarar oluşturmama şartı vardır. Meselâ, koldaki bir ârızayı gidermek için ayağından nakil yaparken, ayağın felç olmasına sebep olma gibi bir durum olmamalıdır.
2. Bir insandan başka bir insana nakil yaparken yenilenen parçalar nakledilebilir. Kan yenilenen bir parça olduğu için nakli caizdir. Verenin bağış yapma ehliyetine haiz olması gerekir.
3. Yaşayan bir insandan organ almak, o organın alınması ile verene eksiklik getirecek bir alma ise bu haramdır. Yedeği bulunan bir organ ise, birinin alınması hususunda fakihler arasında farklı görüşler vardır.
4. Ölümü gerçekleşmiş bir insandan diriye nakil yapmak ise vârislerin izni veya ölmeden önce kişinin bunu vasiyet etmesi ile mümkündür.
5. Bütün bu muâmelelerin hiç birinde ticârî bir işlem bulunmamalıdır. İnsan üzerinden ticaret haramdır. Sadece tıbben gereken masraflar karşılanabilir, çünkü insan organına değer takdir edilemez. Bununla beraber organ nakli yapılmadığı takdirde, ikinci şahıs için hayatî tehlike söz konusu ise, alıcının satın alması caizdir. Bu satıştan doğacak günah, organı satana aittir. [Muhammed Vefâ, Bey'u’l-A'yâni’l-Muharrame, s. 110-113]
Meselenin detayı için lütfen aşağıdaki linklere de bkz.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/512-organ-nakli-caiz-midir.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2589-nakli-ilik.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/930-rahim-nakli.html