Selamun aleyküm hocam.Alevi-bektaşiliğin kurucusunu hocamız sınavda sormuştu.Ben de Hacı Bektaşi Veli yazmıştım.Sizce doğru mudur?Soru: Irem tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Bu iki kavram da, buna dayalı sorunuz da hayli karışık ve karmaşık bir mevzu. Hem derinliği, hem genişliği itibariyle öyle basit bir veya birkaç yazıyla doğru ve sağlıklı olarak anlatılabilecek-anlaşılabilecek bir mesele değil. Tarihî seyri var, itikadî, amelî, ahlâkî-tasavvufî ciheti var, sosyo-kültürel yönleri var... Doğrular var, eğriler var, istismarlar var… Var oğlu var. Neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten netameli bir alan. Bir, hatta birkaç doktora tezi oluşturabilecek çapta bir çalışmayı gerektirir. Kronolojik şahsiyet olarak kurucusunun kim olduğunu bilmek ya da bilmeye çalışmak da burada kime ne kazandırır?
Esasen bu grubun temeli taa tâbiîn dönemine kadar uzanır, o devirde Ehl-i Sünnet’ten ayrılışın ilk tohumu Vâsıl bin Ata (ö. 131/748) tarafından atılır. Fırkanın adı da Mu’tezile’dir. Sonraki yıllarda-asırlarda ise bu ana gövdeden başta Şîa olmak üzere farklı isimler altında pek çok klikler / fırkalar doğar. Ama temelde hepsi de Sünnîliğin haricinde oluşan topluluklardır. Hadis-i şerifte anlatılan “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır” sözü boşuna değildir. Ancak burada bunları anlatmak-anlatabilmek hiç de kolay olmayacağı gibi, verimli ve faydalı olacağı kanaatinde de değilim. Merak edersen ileride araştırır sağlam bilgilere ulaşırsın. Şimdilerde sana lazım olan, Ehl-i Sünnet ve Cemaat dediğimiz ve inançta mensubu bulunduğumuz mezhebin temel görüşlerini bilmek ve onlara sahip çıkmaktır.
***
Hacı Bektaş-i Velî hazretlerine gelince…
Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında yaşıyan evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ olup, lakabı Bektâş’tır. Horasan’ın Nişâbur şehrinde h. 680 / m. 1281 senesinde doğdu. Hacı Bektâş-ı Velî’nin (k.s.) nesebi Hazreti Ali’ye (r.a.) dayanır. H. 738 / m. 1338 senesinde Kırşehir’e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacı Bektaş ismi verildi.
Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin derslerini ve sohbetlerini takib edip onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak “Bektaşî” denildi. Bu temiz, itikâdları-inançları, ahlâkı düzgün olan ve ibâdetlerini yapan Bektâşîler zamanla azaldı. Daha sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle, hakîkî Bektaşîlik unutuldu ve günümüzden yüz sene önce ise hiç kalmadı. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve itibâr edilen bu isim, Hurûfî denilen sapık kimseler tarafından da siper olarak kullanıldı. İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri olan Hurûfîliğin kurucusu Fadlullah Hurûfî, Timur Hân (r.aleyh) tarafından öldürülünce, dokuz yardımcısı kaçarak Anadolu’ya geldiler. Bunlardan Aliyyü’l-A’lâ ismindeki kimse, bir Bektaşî tekkesine geldi “Câvidân” adlı kitaplarını gizlice yaymaya, câhilleri aldatmaya başladı. Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin yolu budur dedi. Hâlbuki Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamamen ayrıldılar. Hurûfîlik, haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, bozuk rûhlu insanlar arasında çabucak yayıldı. Sözlerine “Sır” deyip, çok gizli tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürdükleri bile vâki olurdu. Sırları “Câvidân” kitabında a, c, v, z,... gibi harflerle işâret edilmektedir. Hurûfiler, Bektaşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında çalışmışlardır.
Bektaşî tarikatı adı altında saklanan Hurûfîler, Müslümanları aldatmak için, birkaç yoldan saldırıyorlardı:
1- Fadl-ı Hurûfî’ye, ilâh, tanrı diyorlardı. “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra Peygamberler şeklinde, nihâyet Fadl’da açığa çıktı” derler.
2- Hazret-i Ali’nin (r.a.) sözleri diyerek uydurdukları sözler ve düzdükleri uydurma hadîsler ile “Ali’yi sevenlere günah zarar vermez, ibâdete lüzum yoktur, haramlar helâldir” derler.
3- Bütün dinlerin bir olduğunu, Fadl-ı Hurûfî’nin, Hz. Muhammed aleyhisselâmdan ve Hz. Ali’den (hâşâ) üstün olduğunu söylerler.
4- Bunlara göre namazı bir kerre kılmak, orucu bir kerre tutmak ve guslü de ömründe bir kerre yapmak farzdır. “Gusl edip vücûdunuzu hırpalamayın” derler.
Hurûfîlerin; zikirleri, ibâdetleri okumaları yoktur…. Tamamen sapık ve sapkın bir fırkadır.
***
Bektaşî deyince, iki türlü insan anlaşılır
Birincisi; hakîkî, doğru Bektaşî olup, Hacı Bektâş-ı Velî’nin gösterdiği yolda, hak yolda giden temiz Müslümanlardır.
İkincisi; sahte, yalancı Bektâşîlerdir. Bunlar, bozuk yolda olan Hurûfilerdir. Halk arasında anlatılan Bektaşî fikraları, bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âittir.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin “Makâlât” adlı Arapça bir eseri vardır. Sonradan nefes adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler onun değildir. [Detaylı bilgi için bkz. İslam Alimleri Ansiklopedisi]
***
S o n u ç
Aleviyiz diyenlerin Hz. Ali radıyallahu anhın yolundan gitmedikleri, onun gibi yaşamadıkları açıktır.
Keza Bektaşî ya da Alevî-Bektaşî olduklarını iddia edenlerin de, Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin gittiği yolu takip etmedikleri aşikârdır.
Demek oluyor ki, her iki isim altında yürütülen işler-faaliyetler istismara uğramış, aslını kaybedip yozlaşmış oluşumlardır. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı ile alakaları yoktur.
Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin ifadeleriyle, ‘eğer Alevilik Hz. Ali'yi(r.a.) sevmekse, biz onlardan daha çok seviyoruz ve onlardan daha çok Aleviyiz.’ Bektaşilik için de aynı ifadeleri kullanabiliriz. Bizim Hz. Ali’yi (r.a.) ve Hacı Bektaş-ı Veli’yi (k.s.) sevmemiz, moda deyimiyle, sözde değil özdedir. İnançta, ibadette-amelde ve ahlâkta onlara uymakla, gittikleri yolda yürümekledir. Detaylı bilgi için lütfen bkz.
http://www.halisece.com/akaid/350-itikadi-ve-ameli-mezhepler.html
http://www.halisece.com/akaid/736-ehl-i-sunnet-ve-l-cemaat.html
http://www.halisece.com/akaid/2519-elh-i-sunnet-ve-sia-da-12-imam-meselesi.html
http://www.halisece.com/sosyal-meseleler/65-cozum-sohbeti.html
Velhâsıl sorduğunuz husus ne temel inanç, ne amel, ne de ahlâk meselesi… Dolayısiyle bunun kurucusu kim olsa, kim denilse ne fark eder? Ayrıca değerlendirmeye göre de değişebilir. Yukarıda anlattık. O bakımdan, size kim öğretilmiş, kitaplarınızda kim belirtilmişse “odur” deyip sınavı vermeniz herhalde en uygun yol olur.
Vesselâm…
Not: Bu cevaptan kimse kendine göre bir şeyler çıkartmaya kalkışmasın. Yazı, bu mevzuda tamamen ilmî-araştırma esaslarına dayalı bilgilerin, formatın müsaadesi nisbetinde satırlara dökülmesinden ibarettir. Bir tesbittir. Yoksa maksadımız hiç kimseyi, hiçbir grubu, mezhebi yermek ya da övmek değildir. H.E.
Recep ayının 13, 14 ve 15. gününü oruçla geçiren kişi, büyük faziletlere erişir“Recepin 13. günün orucu 3.000 sene oruç gibidir.Recepin 14. günün orucu 10.000 sene oruç gibidir.Recepin 15. günün orucu 13.000 sene oruç gibidir.” (Suyuti, El-Le’ali)Recep ayının yarısının orucu, 30 senelik oruca denktir Suyuti, el-Leali 2/106 kıymetli hocam bu hadis sahihmidir ? saygı ve hürmetlerimle
Soru: AHMET SUSAM tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Selamün aleyküm.
Kaynak olarak İmam Süyütî’nin (rh.), “el-Le'âli'l-Masnû'a fi'l-Ehâdîsi’l-Mevzu'a”sının kaydedildiği kopyada, söz konusu hadise dair bir bilgi verilmemiş. O bakımdan merhumun bu hususta ne söylediğini bilmiyoruz. Kitap da kütüphanemde mevcut değil. Araştırma imkânım yok, ayrıca lüzum da hissetmiyorum. Kimin, hangi hadis mûteriz ve münkirlerinin ne dediği de çok umurumda değil.
Zira bu vb mevzularda gerek mev’iza gerekse tasavvufa dair eserlerde yeterince bilgi var. Fazâil-i a‘mâla (amellerin faziletlerine/üstünlüklerine) dair hususlarda amel için, bir hadisin mutlaka usûl-i hadis kıstaslarına göre mütevater ve meşhur olması aranmaz. Zayıf hadisle de amel edilir, edilebilir. Yeter ki mevzû olmasın.
Ayrıca zikri geçen mübarek Receb ayının ve bu ayda yapılacak ibadetlerin, tutulacak oruçların fazileti, sevabı mâlum ve müsellem. Onun için illâ da bu kayıtlar üzerinde durmanın bir gereği de yok. Sen tut, tutabiliyorsan tutmana bak; Mevlâ-yi zû’l-Celâl ihlâsın nisbetinde, dilerse 3 bin, dilerse 10 bin, dilerse 13 bin de değil, çok daha fazlasını da verir. Yeter ki sen usûl ve âdaba uygun ve samiyet üzere Allah için tut.
Nitekim namazlara niyette rek’at sayısını tayin uygun görülmüyor ve de belirtmiyoruz.
Neden?
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın o namaza kaç rek’at sevabı vereceğini bilmiyoruz. O’nun hazinesi sonsuzdur, sınırsızdır. Dilediğine dilediği gibi, istediğine istediği kadar verir. O, yaptığından kimseye karşı mes’ul / sorumlu değildir.
Selamün Aleyküm hocam. Size ne kadar teşekkür etsem azdır. O kadar güzel kelam etmissiniz ki inanın açıp açıp tekrar tekrar okuyorum. Rabbim sizden gani gani razı olsun inşallah. İçimi yolumu aydınlattiniz.. çok şükür ki sizin gibi kıymetli hocalar var. Bu arada sizden eşim sayesinde haberdar olmuştum. Ve yazı da verdiğiniz örnek o kadar uygun olmuş ki eşim Karadenizli .. :-) tekrardan Rabbim sizden razı olsun. Siz gibi değerli hocaları başımızdan eksik etmesin ..
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3768-kadinin-vazifesi-ve-degismeyen-fitri-huylar.html
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Bizden de teşekkürlerinize mukabil şükranlar…
Rabbim (c.c.), en başta pîranımız olmak üzere bütün hocalarımızından, bâhusus bizlerin yetişmesinde emeği geçen ebeveynimiz ve topyekün kardeşlerimizden ve bilcümle Ümmet-i Muhammed ve evladından râzı olsun.
Güzel dualarınıza sınırsız ‘amin’ler, bilmukabele hayır-dualar…
Selamün aleyküm hocam. Bir kimse birisine bir miktar para vereceğini söylese ama "şu gün vereceğim" diye vakit tayin etmese ona borçlu sayılır mı? Allah razı olsun.
Soru: Abdullah Fakir tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Türkçemizde meşhur bir tabirimiz vardır; âmiyane ifadeyle, “Söz ağızdan çıkar” ve de çıktığında söyleyeni bağlar. Başka bir tabirimiz de şöyledir: “Hayvan ipiyle bağlanır, insan sözüyle bağlanır.” Ve yine denilmiştir ki; “Ağacın kalitesi özünden, insanın kalitesi sözünden belli olur.”
Evet söz, insanın namusu, haysiyet ve şerefi demektir. İnsan her şeyini kaybedebilir, fakat şerefini asla kaybetmemelidir. Binaenaleyh verilen sözü tutmak gerekir; tutmamak büyük günahlardandır!
Rabbimiz (c.c.) Kur’an-ı Hakîm’inde,
وَأَوْفُواْ بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولاً : Verdiğiniz sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen sözde, muhakkak bir sorumluluk vardır.” [İsrâ sûresi, 34] buyurmuştur.
Vakit tayin edilmese bile, ayak sürümeden, savsaklamadan mâkul ve mümkün olan en kısa sürede va‘di yerine getirmek lazımdır. Yoksa mes’ul olunur.
Ve yine Cenab-ı Mevlâmız buyuruyor ki:
يَا أَيُّهَاالَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِندَاللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ:
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza / öfkeye sebep olur (bu hâl, büyük bir kusur ve kabahattır).” [Saff sûresi, 2-3]
İmanın gereği, doğruluk ve sözünde durmaktır. Yalancılık ve sözünde durmamak ise imanla taban tabana zıttır. Çünkü Allahu Teâlâ insanı bu kabil sapmalardan uzak olarak yaratmıştır.
Konuşma özelliği sadece insanda vardır. Mantık ilmindeki ifadesiyle, “İnsan hayvân-ı nâtıktır” yani konuşan bir canlıdır. Bu sebeple insan doğruları konuşmak, yapabileceklerini söylemek zorundadır. Sözleriyle doğruları değil de gerçek dışı hususları dile getirirse, söz verip yapmayacak olursa, kendisine verilen bu özelliğe ihanet etmiş, insanlıktan uzaklaşmış, şeytanın özelliğini benimseyerek ona yaklaşmış olur.
Hocam içimden Allah'a karşı küfür hatta Allah'a bir şeye benzetme gibi vesveseseler geçiyo nasıl kurtulabilirim
Soru: Mert tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Selamün aleyküm.
Değerli kardeşim;
Öncelikle hastalığın adını tesbit edelim, teşhisimizi koyalım. Bu bir vesvese illetidir. Bunun ne korkunç ve denli tehlikeli bir itikadî uçurum olduğu, Allahu Teâla’nın hiçbir şeye benzemediği mâlum. Bu hususta etraflı bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/akaid/766-allah-teala-nin-sifatlari.html
http://www.halisece.com/akaid/394-ehl-i-sunnete-gore-ruyetullah-meselesi.html
http://www.halisece.com/akaid/366-ruyetullah-ne-demektir-dunyada-allahi-gormek-mumkun-mu.html
***
Peki vesvese nedir?
Vesvese, lûgatte gizli sese denir. Bir mastar olan "vesvâs" kelimesinin şeytana isim olması da aynı mana ile alakalıdır ki, şeytan bir bakıma "vesvesenin kaynağı" demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faydasiz, alçak hatıra ve mülahazalara / düşüncelere verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı-ayrı zikredilir. Şöyle ki:
"Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız." [Kaf suresi, 16] ayet-i celilesi, nefsin vesvesesine işaret ederken; "Şeytan Âdem’e vesvese verdi." [A'raf suresi, 20; Taha suresi, 120] mealindeki birçok ayet-i kerime de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
"Nefsin vesvesesi" tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ya da gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtıni şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten âcizdirler… Onları sadece Cenab-ı Hak bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş ve daha kuvvetli bir düşmandır. Hatta 72 şeytan gücündedir.
***
“En büyük düşman”
"Senin en büyük düşmanın (merkezi iki kaşının arası / ortası olan) nefsindir." [Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143] buyuran Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), işte bu hususa işaret etmişlerdir.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile insan ruhunu, Hakk’a imandan, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu sâlih amellerden, ibadet-tâat, hayır-hasenat, nûr-i İlahi-feyz-i Muhammedî ile meşguliyetinden ve Allah yolundaki hizmetlerden vazgeçirmek, alıkoymak, fâni zevk ve kaprislere düşürerek sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk mâkes bulduğu (aksedip yansıdığı) yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red hallerinden biri halinde tecellî eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayâlde edep dışı tasvirler-tasavvurlar mahiyetine bürünürler (canlanırlar). Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul etmeye başlar. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Ne imana, ne amele, ne de ahlâka… Zira vesvese, hayâlden öte geçememiştir ve mantıkça da hayâl bir hüküm değildir.
***
Vesvesenin kalbte kabul görüp görmediği nasıl anlaşılır?
Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak gayet basittir.
Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine; aksi durum ise, neticenin de aksine / tersine bir delil ve bir işarettir.
Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle mütenasiptir / doğru orantılıdır.
Evet, imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilebilir... Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir aksülamel / reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salâbet (sağlamlık) ve kuvvetini göstermektedir.
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki; vesvese, asla üstesinden gelinemeyecek bir illet / bir hastalık değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alâmettir. Sahabe-i kiram'dan (r.anhum) Rasûlullah Efendimiz'e (s.a.v.) gelip,
- "Yâ Rasâlallah, vesveseye müptelayım." diyen birine, Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) cevabı:
- "Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir." [Müslim, Sahih, İman, 211; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/456; 6/106] mealinde olmuştur.
Şeytan ve nefis, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, ahlâk-ı hamîde zîneti, namaz-niyaz ve dine hizmet cevheri ile İlahi nûr-Muhammedî feyz parıltıları olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, atamız Adem (a.s.) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Unutmayalım ki; şeytan ve nefs-i emmâre, manevi bakımdan kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Vesveseye düşen mü'min şöyle düşünmelidir:
‘Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden, şimdi de imana, İslâm'a ait mes'elelerde vesvese ve şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor… Ama inşâallah benden birşey koparamayacaktır. Bu onun son çırpınışlarıdır; kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra ümidi kesip gitmesi gibi, bir gün gelecek, o da benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir. Zaten gitmese de kapılar ona kilitlidir, sürgülüdür. Beni koruyan kale çok sağlam ve Allah'ın izniyle onun buna birşey yapması sözkonusu değildir.’ Bu düşüncesini de sürekli canlı tutmalıdır.
***
"Hırsız boş eve girmez!"
Evet, vesvese de manevi bakımdan en kötü illetlerin arasında yer alır. Kaynağı Şeytan’dır, nefs-i emmâredir. Mü’mine, gerek inançla gerekse ibadetle alakalı hususlarda durmadan, bıkıp usanmadan sürekli vesvese vermeye çalışırlar. Bunların vesveselerinden tamamen kurtulmak cidden zordur. İşte bunun zorluğuna işaret eden âlimlerimiz-âriflerimiz şöyle demişlerdir:
“İçinde hazine olmayan eve hırsız girmez”. [Bkz. Şeyh Atiye Muhammed Salim, Şerhu’l-Erbaîn en-Nevevîye, 30. hadisin şerhi]
Peki hırsız, hırsızlık yapmak için nerelere girer?
Bankalara, kuyumculara, değerli eşya bulunan mağazalara, dükkânlara, evlere… Öyle değil mi?
Hatta yukardaki fıkrayla ilgili şöyle bir kıssa da anlatılır:
Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v.) sohbetlerine başka dinden olanlar, müşrikler vs. de katılırdı. Bir gün sahabe'den (r.anhum) biri gelip Efendimize (s.a.v.)
- "Ya Rasûlallah, bir türlü vesveselerden kurtulamadım" diyor. Orada bulunan bir Yahudi, bu sorunun cevabını ben verebilirmiyim, deyince Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) peki buyururak izin veriyor. Yahudi, o adama hitaben;
- "Bize şeytan vesvese vermez, bizim dinimize gir ve kurtul" diyor.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) tebessüm ederek,
- "Yâ Ali, kalk sen cevapla" buyurunca, Hz.Ali (r.a.) de,
- "Hırsız boş eve girmez!" diyerek cevaplıyor.
Yani Yahudi imanla şereflenmedi ki, şeytan ve nefis ona vesvese versin. O zaten onların yolunda gidiyor.
Velhâsıl, içinde iman olmayan sadra / göğse şeytan vesvese atmaz. Onunla uğraşmaz. Öncelikle bunu hatırlayıp, yukarıda geçen hadis-i şerifte zikredildiği gibi, bu durumun imanımıza bir delil olduğunu bilmemiz lazım. Namazda iken de böyle değil mi? Durmadan çeşitli şekillerde vesvese vermeye devam eder durur. Önemli olan buna mağlup olmamaktır.
***
“…Şeytanın hilesi zayıftır!”
Şeytan, sürekli mü’minlere sokulur, imanlarını çalmak, ibadet ve amellerini mahvetmek, ahlâkını bozmak için çok büyük çaba sarf eder. Çünkü mü’min, iman nûriyle, Allahu Teâla’nın huzurunda ve O’nun murakabesinde / kontrolündedir, hazinesi dolu bir kimse durumundadır. Şeytan ve nefis de dolu olan bu hazineye sisici yaklaşıp, onun imamından, ibadetinden, ahlâkından çalmak ister.
Ancak unutmamak lazım; vesvese, kendine hâs tutarsızlığıyla iyi bilindiği zaman kat'iyen zararlı olamaz. Zira Kur'an-ı Kerim’de,
"Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır." [Nisa suresi, 76] buyrulmuştur.
Vesveseye maruz kalan kalb, kötü ve dikkatsiz insanların çer-çöp attığı pınara, ararsuya benzer. Oysa akan su, üzerine atılan o çer-çöpü götürecek ve safiyetini yine muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl-pırıl bir pınar gibi ise, o zaman onu bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır.
Sözün özü; vesvese iradî olmayıp, fiiliyata dökülmüyorsa insanı mes'ul duruma sokmaz. Zira mükellef ve mes'ul olmada irade ve şuur esastır. Hayvanların yanısıra, mecnunlara ve aklı, şuuru yerinde olmayanlara da teklif ve sorumluluk yoktur. Bu itibarla gelen vesveseler iradî olarak gelmiyor ve biz planımızı, programımızı yapıp, "gel" diye kalb ve düşünce kapılarımızı ona bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes'ul sayılmayız. Yeter ki onu kabullenip dışarıya vurmayalım, kalbimizden söküp atalım.
İrade, genellikle kendi kendine gelen vesvese ile karşı karşıya kalır ve davetsiz geldiğinden dolayı da ona karşı mukavemet edemez / karşı koyamaz. Ayrıca insan, fikrî çağırışımlarla iradesi dâhilinde olmadan, gördüğü, duyduğu, okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayallere, düşüncelere maruz kalabilir. İnsanın bu hali, yaratılışın muktezası olduğundan çok defa bunlardan kurtulmak da mümkün değildir.
Kısacası vesvese, insanın manevi yönde, ebedi olan ahiret yolculuğunda ilerlemesine bir engel gibi gözükse de, buna asla mâni olamayan örümcek ağı gibidir. Bundan kurtulmak için hemen şeytanın ve nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmak, hayırlı hiçbir işe “Eûzü-Besmele”siz başlamamak lazım. Felak ve Nâs surelerini, bilhassa yatacağımız zaman sünnete uygun şekilde okumayı ihmâl etmemek gerek.
Ayrıca dualarınızda, iltica ve tazarrularımızda, “Allâhümme innî eûzü bike min en üşrike bike şey’en ve ene a‘lemü vemâ lâ a‘lemü inneke ente’l-allâmu’l-ğuyûb” duasını da okumaya ihmâl etmemeliyiz.
Keza içinde bulunduğumuz ay mübarek Şehrullahi’r-Receb’dir malum, yani Allah’ın ay’ı... O bakımdan bu ay içerinde Cenab-ı Hakk’ın zatından bahseden İhlâs suresini, başında ve sonunda 7’şer Fatiha olmak üzere her 100 adet okumaya devam etmeliyiz.
***
S o n u ç
Böyle şeyleri düşünmeniz, aklınıza gelmesi sizi hiçbir zaman küfre düşürmez, imanınıza zarar vermez. Çünkü bu sözleri dilinizle söylememiş, kalben tasdik etmemişsiniz. Üstelik bunları düşündüğünüzden dolayı üzülüyorsunuz. Üzülmeniz, böyle bir düşünceye sahip olmadığınızı gösteriyor. Bir başka ifadeyle, küfrü gerektiren şeyleri hayâl etmek insanı dinden çıkarmaz. Küfür tevehhüm etmek yani inkârı farz etme ve vehmetme kişinin imanına zarar vermez. Küfrü zihnen düşünme ve ihtimâlini ölçmek için tefekkür etmek kişiyi kâfir yapmaz. Zira hem hayâl etme, hem vehmetme, hem tasvir etme, hem de tefekkür etme aklın tasdikinden ve kalbin kabulünden ayrı ve farklı şeylerdir. Hayâl, vehim, tasvir, tasavvur ve tefekkür kabiliyetleri bir derece serbesttir. İnsanın cüz’î iradesine pek boyun eğmezler ve söz dinlemezler. Binaenaleyh bunların insan iradesi dışındaki hareketlerinden dolayı insan mes’ul değildir, bunlardan dolayı hesaba çekilmeyecektir. Bunun Kitap’tan delili şu ayettir:
“Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.” [Bakara suresi, 286]
Demek ki günahların kalpten geçmesi affedilmiştir. Hatta yapılmasına karar verilip yapılmadan pişman olunarak tevbe edilen günahlar bile affedilmiştir.
Sünnetten deliline gelince…
Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet olunan şu hadis-i şeriftir. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Allah Teâlâ, ümmetim için gönüllerinin vesveselerinden -yahut nefislerinin söylediği şeylerden- kendileri bunları fiilen yapmadıkları ya da dilleriyle konuşmadıkları müddetçe vazgeçip affetmiştir.”
Bu hadis-i şeriften de anlaşılmaktadır ki, insanın iradesi dışında kalbinden geçen kötülükler ve içinden geçen vesveseler affedilmiştir. Ancak mü’mine muvafık ve münasip olan; sürekli bunlar boğuşmak-cebelleşmek yerine, sür’atle-usûlünce bunlardan kurtulmaya çaba sarf etmektir.
Bu mevzuda daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linklere de bkz.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1934-imani-takviye-ve-vesveseden-kurtulmak.html
http://www.halisece.com/islami-makaleler/859-seytani-bir-illet-v-e-s-v-e-s-e.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2269-kufur-tehlikesi-olan-laflar.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2000-imanda-suphe-felaketi.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2538-soyle-olmasaydi-soyle-olurdu-gibi-cumleler.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2108-murtedin-kul-haklari-ve-amelleri.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2574-kader-ve-gunah-ceza-ve-imtihan.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2803-tefekkurde-itikadda-sinirlari-zorlamak-ve-intihar.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2561-bazi-karikaturlere-gulmek.html
***
Son bir hatırlatma
Tashîh-i itikad (inancı düzeltmek ) için farklı bir reçete:
İnsan, itikadındaki şüpheli şeyleri izâle ve ıslâh için, Nisan Yağmuru suyuna;
1- 70 Salevât-ı şerife
2- 70 Fâtiha suresi
3- 70 Ayetü’l-Kürsî
4- 70 Leqad câeküm… (Tevbe suresinin son iki ayeti)
5- 1 Yâsîn-i şerif
6- 70 Kâfirun suresi
7- 70 İhlâs suresi
8- 70 Felak suresi
9- 70 Nâs suresi
10- 70 defa tesbih duası (Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illa billâhil aliyyilazıym)
11- 70 Salevâıt-ı şerife okunur. (*)
___________
(*) Okunan salavât, sure, âyet ve tesbihlerin her birerinde 70’den sonra ve Yâsîn-i şerif'teki her ‘mübîn’den sonra suya ‘Huu’ diye nefes edilir, üflenir.
7 gün sabah abdestli aç karnına içilir. [Ahbab Hocaefendi, Notlar, Gayr-i matbû, s. 66-67]
Bunu içen kişinin itikadı düzelir, bedeninden Allah Teala her türlü derdi kaldırır. Ona bütün hastalıktan ve açlıktan âfiyet verir. Gözlere şifâ olur. Ateşi ve göğüs ağrısını giderir, balgamı keser. Faydası sayılamıyacak kadar çoktur. Detaylar için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1730-nisan-yagmuru-bereketi.html