Amelde hak mezheplerin dört olduğuna kim karar vermiş?!
“Amelde hak mezhep 4’tür. Diğer hak olan müçtehit imamların mezhepleri günümüze kadar ulaşamamıştır.
1. Hanefi mezhebi
2. Şafii mezhebi
3. Maliki mezhebi
4. Hanbeli mezhebidir”, deniliyor.
Bu mesheplerin hak oldugna kim karar vermistir?
Cevabini verene duaci olacagim. Cok karsilasipta cevaplamakta zorlandigim bir konudur.
Suali soran, Amerika’da bir arkadaş.
Onun için önemli.
1980’lerde kurslarımızda okudu.
Soru: Hüseyin Savran Hayat Sağ Balıkesir tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Selamün aleyküm kardeşim;
Mademki o arkadaşımız için önemli, o halde cevaplamaya ve duasını da almaya çalışalım...
Aslında mesele, öyle pek de zorlanılacak bir mesele değil. Hele ki Kurslarımızda okumuş birilerinin böyle bir soru karşısından zorlanmasını anlamak gerçekten güç. Her neyse… Belki çok az kalmış, pek az okumuş, kitaplarla ve okumayla da ünsiyeti zayıf bir kardeşimiz olabilir.
Evet, kendilerinin de bir yerlerden naklen belirttiği üzere amelde hak mezhep adedi dörttür. Diğerleri günümüze kadar ulaşamamıştır.
Amelde Ehl-i Sünnet Mezhepleri tâbiûn devrinde Hz. Ali’nin (r.a.) yetiştirdiği büyük âlim, velî Hasan-ı Basrî (r.aleyh) ile başlamış olup, tebe-i tâbiîn dönemine kadar sayıları yüz’ü aşmıştır. Ancak, bunlara tâbi olanların / uyanların / müntesiplerinin sayıları azalarak günümüze dek sadece dört Ehl-i Sünnet Mezhebi ulaşabilmiştir. Eğer ki bu mezheplere tâbi olanlar devam etseydi, bugün Hak Mezheplerin adedi dört değil, onlarca olacaktı...
Kısacası kimse veya herhangi bir hey’et / komisyon oturup da Ehl-i Sünnet Mezhepleri bu dördünden ibarettir, diye bir karar almış değildir. Bu durum bir nevi Ehl-i Sünnet Müslümanları arasında, usûl-i fıkıh tabiriyle, ‘mürekkep icma‘’ halini almış, yani ümmetin ortak görüşü olmuştur. Bunların dışına taşanlar bid’at ve dalâlet ehli olarak kabul edilmişlerdir.
Mesele bu kadar net! Ortada aksini iddia edecek, iddia etse bile meşrû ve ilmî zeminde iddiasını isbat edebilecek bir fert de yoktur ki, bunun nesini soruşuturuyor, neresine cevap vermekte zorlanıyorsunuz?
Nitekim İmam Gazalî (r.aleyh) hazretleri, bir ara müstakil bir mezhep kurmak istedi. Kendisi rüyada ikaz edildiği için bundan derhal vazgeçti.
Yine İslâm hukukunda söz sahibi, “Sadru’ş-Şerîa” ünvanına sahip Abdullah ibn Mes’ûdü’l-Mahbûbî (r.aleyh) de beşinci bir mezhep kurmayı düşündü. Bunun üzerine rüyasında, Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Kendisine, dört kapısı ve üzerlerinde dört penceresi olan çok güzel bir cami göstererek; bu güzel mâbedin, âhenk ve nizâmını, mimarî özelliğini ve güzelliğini bozmadan, camiyi yıkılma tehlikesine mâruz bırakmadan bir kapı ve bir pencere açmasını teklif etti. Ne kadar uğraştıysa, sayılan bu özelliklere riâıyet ederek, yeni bir kapı ve pencere açma cesaretini gösteremedi.
Bunun üzerine, Cebrâil aleyhisselâm, yeni bir kapı açılması halinde, mevcut âhengin bozulacağını, İslâm’ın ve Müslümanların zarar göreceğini ikaz ederek, bu teşebbüsünden vaz geçmesini kesin bir şekilde ihtar etti. Bu önemli ikaz üzerine, “Sadru’ş-Şerîa” hazretleri hatasını anlayıp bu teşebbüsünden hemen vazgeçti. Daha sonra da kimse böyle bir teşebbüste bulunma cesaretini gösteremedi. Dört mezhep dinimize ait bütün meseleleri çözmüş, ileride çıkabilecek meselelerin de çözüm yollarını göstermiştir.
Müslümanlar için dört mezhepten birine uymak büyük bir kolaylık, büyük bir sıkıntıdan kurtulmaktır. Bir kimsenin bir mezhebe uyması, o kişinin âdeta şöyle düşünmesi demektir: ‘Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse, Ben İmâm-ı Azam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. Onun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı Kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı Azam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde neyi bildirdiyse doğru kabul ediyorum.’
Bir Müslümanın itikadını, ibâdetlerini belli bir mezhebe göre yapmaması halinde imanını muhafaza etmesi, amelini düzgün yapması çok zordur, hatta imkânsızdır. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibi devamlı tehlikededir. En ufak bir rüzgârla kendisini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı Kerîm’den çıkartması mümkün değildir.
Dört mezhebin itikâdı, ufak-tefek farklılıklar dışında hemen hemen birbirinin aynıdır. Dört mezhebten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan / uyan bir Müslümana "Ehl-i Sünnet" veya "Sünnî" denir. Bütün bu anlatılanları da unutmayalım.
Ayrıca İmam Şa‘rânî (k.s.) hazretlerinin beyanına göre, kıyamete yakın o dördün de yalnızca biri, yani Hanefî mezhebi kalacak… Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerinin de mensupları kalmayacak. Mensubu bulunmayan mezhep ayakta kalır, varlığını sürdürebilir mi? Artık o günlerde kim ola, o zamana kim kala… Bilemiyoruz. Rabbim (c.c.) hakkımızda hayırlı olanı ihsan etsin.
Mezheplerle ilgili olarak lütfen aşağıdaki linklere de mutlaka bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2929-amelde-mezhepler-kactir-caferilik-nedir.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/534-mezhepleri-inkar-etmenin-hukmu-nedir.html
http://www.halisece.com/akaid/350-itikadi-ve-ameli-mezhepler.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2788-mezhepsizlik-illetinin-tezahurleri.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3529-mezhepler-bid-at-midir.html
Ayrıca sitenin Arama penceresine mezhep yazıp bu mevzuda kaleme alınmış daha başka yazılara da ulaşılabilir. Keza, yazılar içerisinde verilen linklere de bakmak faydadan uzak olmaz.
Soru: hancikantas tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Vas kardeşim;
Başkası adına belli bir ücret karşılığı tez ve ödev hazırlamak caiz olmaz. Hukuken de ahlâken de doğru bir davranış değildir, sahteciliğe girer. Çünkü bunlar, kişiyi ilzam eden / bağlayan, onun şahsına ait vazifeler ve sorumluluklardır, kendisinin yapması gerekir. Ama tez ve ödevin hazırlanmasında bir başkası, tabii ki bilgi ve tecrübesiyle ona yardımcı olabilir. Bu emeğinin, bilgi ve birikiminin karşılığında da, şayet ihtiyacı varsa aralarında konuşup anlaştıkları bir ücreti alabilir.
Makale ve tercümeye gelincee…
Makale te’liftir. Yani herhangi bir yazarın kendi görüşlerini yazması veya başkalarından iktibaslarda bulunup, kendinden de bir şeyler ilave etmek suretiyle bir eser meydana getirmesidir. Eserden kastettiğimiz, uzun veya kısa, geniş ya da dar hacimli bir metin veya ibaredir.
Tercüme ise, herhangi bir eseri bir lisandan başka bir lisana çevirmek, aktarmak mânâlarına gelmektedir. Tercüme edilen eserde, sadece lafız mütercime mânâ ise müellifine (asıl yazarına) aittir. Telif edilen eserdeyse, lafız ve mânâ müellife aittir; ancak biraz önce de belirttiğimiz gibi, müellif eserini meydana getirirken başka kimselerin eserlerinden iktibaslar etmek yoluyla yararlanmış da olabilir.
Şimdi sorunuza gelelim. Başkası adına makale yazılmaz. Çeviri de yapılmaz. Dürüst olmak lazım. Bunlar her yönüyle sorumluluk ister. Hazırlanan makalenin altında yazarının ve yapılan tercümenin / çevirinin altında çevirmenin adı ya da müessese ünvanı belirtilmelidir. Metnin altında ya da üstünde değilse bile, yapılan sözleşmelerde bu zikredilmelidir. Ki, intihal durumu da olmasın, te’lif hakkı ihlâl edilmesin. Bunu yapan kişi, kendi emeğini satıp değerlendiriyor demektir, haliyle ücret meselesi de söz konusu olur, aldığı para da helaldir.
İslâm hukukuna göre alışverişin rükünleri beştir:
1) Bâyi‘ (satıcı),
2) Müşteri (alıcı),
3) Müsmen (satılık mal),
4) Semen (satılan malın bedeli),
5) Sîga (îcâb ve kabul).
Bu beş rüknün veya bunlardan birkaçının ya da birinin eksik olması hâlinde yapılan bir alış-veriş, İslâm hukukuna göre sahih değildir. Bu rükünlerden her birinin de kendine hâs birtakım şartları vardır. Burada bu şartları tek-tek açıklamaya kalkışacak olursak söz çok uzar.
Bunun için sadece sorunuzu gayet yakından ilgilendiren üçüncü rüknün, yani müsmen dediğimiz satılık mal’ın üzerinde birazcık durmak istiyorum. Satılık mal demek, Hanefi fıkhına göre elle tutulan, gözle görülen yararlı bir meta’ demektir. Şayet bir şey elle tutulup gözle görülmüyorsa, faydalı da değilse fıkhen buna mal denilmez. ed-Dürru'l-Müntekâ, İbn Âbidîn ve diğer Hanefi fıkıh kitaplarının tamamı bunu böylece ifâde etmektedirler. Binaenaleyh gerek te’lif ve gerekse tercemede bu şartlar mevcut ise, alış-veriş sahih ve karşılığında alınan ücret de helâldir.
Bir malı 1 liraya mâll edip, müşterinin rızasıyla 10-15 liraya yani yüzde yüzün üzerinde bir kârla satarsak caiz olur mu? Yani alan razı veren razı bu şekilde ticaret helal mıdır? Bir malı en fazla yüzde kaç kârla satabiliriz? İslam hukukuna göre bu konuyu açıklaya bilirmisiniz? Allaha emanet olunuz.
Soru: Ataullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Devletin narh koymadığı, yani tüketiciyi korumak maksadıyla, özellikle temel ihtiyaç maddeleri için resmî makamlarca belirlenen ve her yerde geçerli olan sabit bir fiyatın olmadığı mallarda muayyen bir kâr oranı ve sınırı yoktur. Satıcı, müşteriyi aldatmadıkça, ona hile yapmadıkça karşılıklı rıza ile elindeki malı dilediği kârla satabilir; bu caizdir, helâldir. Detaylı bilgi için lütfen aşağıdaki linklere bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2374-ticaret-ve-giybet.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1017-ticarette-kar-haddi.html
Paralı günlere katılmak, banka promosyonları ve altın hesabı işletmek
Selamun aleykum hocam; bayanlar arasında yapılan paralı günlere katılmakta mahzur var mı? Bankanın verdiği promosyonlar caiz mi? Bankada altın hesabı yani altını işletmek caiz mi? Allah razı olsun.
Soru: Duha tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
1. Söz konusu günlere katılmakta şer’an bir mahzur olmaz. Lakin takva yönünü de gözardı etmemek lazım. Mâlumunuz, Müslüman bir hanımın farzlar dışında nafile ibadetlerde bile kocasından izin alması gerekmektedir. Bu sebeple her şeyden önce bunun, beylerinin izni ile olması şarttır. İkinci olarak da para toplamanın getirdiği sıkıntı, her ne kadar direkt / doğrudan haram olarak vasıflandırılacak durumda değilse de, riskli bir iş olarak durmaktadır. Tavsiyemiz, katılmamanın doğru ve isabetli olacağı yönündedir. Bu durumları göz önünde bulundurmalıyız.
Ancak, meseleyi kabaca bir borç verme yönünden ele alacak olursak; bilindiği gibi borç verme, yüce dinimiz İslâm’da teşvik edilen bir husustur. İnsanların muhtaç olan kişilere borç vermeleri sadaka, hatta yerine göre sadaka sevabından dahi faziletli olan bir davranıştır. Fakat borç vermede önemli olan, borç karşılığında herhangi bir fazlalığın şart koşulmaması, borç veren ya da alanın zarara uğratılmamasıdır. Bu noktada son derece hassas davranmak gerekir.
Hâsılı, kadınlar arasında şer’î usûl ve âdaba uygun olarak tertip edilen bu toplantılarda, her bir katılımcının toplanan meblağı dönüşümlü olarak her ay içlerinden birine vermeleri şeklindeki uygulamada dinen bir mahzur / sakınca yoktur. Çünkü bu uygulama, sonuçta bir borç verme işlemidir.
Bununla beraber, enflasyonist dönem ve ortamlarda katılımcılardan bir kısmına sıra gelmesi için beklenmesi gereken süre içinde parada meydana gelebilecek değer kaybından doğan zararı önlemek için, borçlanmanın ‘altın’ gibi daha az değişken bir değerden olması daha uygun olur. Çünkü paranın değerinin artması halinde sırası önce gelenler; eksilmesi halinde sırası sonra gelenler zarara uğramış olacaktır. Değer kaybı durumunda borçların misliyle değil, kıymetiyle (borçlanıldığı gündeki alım gücüyle) ödenmesi esastır. Din İşleri Yüksek Kurulunun kararı da bu yöndedir. Her ne kadar misliyle ödemenin cevazına dair görüşler olsa da…
2. Promosyonla ilgili bu sorunuzun cevabı için lütfen bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/853-banka-promosyonunun-hukmu.html
3. Bankalarda, altın ve döviz alım-satımı için açılan fona para yatırmakta sakınca yoktur. Ama bu fonun işlemleri içerisinde repo, tahvil, bono alımı-satımı gibi faizli işlemlerin bulunması halinde, bu fonlara para yatırmak caiz değildir. Ayrıca söz konusu altın veya döviz hesabına yatırılan paraların ilgili banka tarafından nerelerde değerlendirildiğine, İslâm’a uymayan işlemlerin ve uygulamaların olup olmadığına göre de hüküm değişmektedir. Mesela bazı bankalar “Altın fiyatlarının yükselmesiyle kazanıyor, düşmesiyle anaparanızı koruyorsunuz” diye bir güvence vermektedirler. Bu durum caiz değildir. Ancak altın veya döviz hesabına yatırılan para ile faizli işlemlerde kullanılmadan helal olan ticarî işler yapılırsa ve yapılan ticaretin sonucunda da kâr-zarar paylaşılırsa altın veya döviz hesabına para yatırılması caiz olur. Lütfen aşağıdaki linkere de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2888-zaruret-halinde-banka-kredisi-ve-altin-hesabi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3685-dolar-hesabi.html
Esselamu aleykum halis hocam ben Abdullah güler nasılsınız iyimisiniz sıhhat afiyetiniz yerinde inşallah sizlere bir sorumuz olacak karı kocanın cemaatle namaz kılmanın hükmü sevabı hakkında hadis şerif varmıdır özellikle sabah namazında
Sızın sayfanızda okudum sünnet muekkededir bilgisini aldım ama karı kocanın tek başına cemaatle namaz kılmanın sahih hadisler varmı sevap derecelerini kaynağını öğrenmek istedik Allah'a emanet olunuz inşallah
Soru: Abdullah Güler tarafından yazıldı. Kategori: Soru- Cevap [12.03.2017 Pazar]
*******
Ve aleyküm selam kardeşim. Teşekkür ederim, Mevlâ’ya hudutsuz hamd ü senalar olsun. Bilmukabele hayır-dualar…
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), cemaatle namaz kılmayı teşvik ederek, cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veya yirmi beş derece daha faziletli olduğunu bildirmiştir. [Bkz. Buharî, Sahih, Ezan, 30; Müslim, Sahih, Mesâcid, 42] Rasûl-i Ekrem (s.a.v), hayatı boyunca imamlık etmiş, cemaate namaz kıldırmış, hastalandığında ise cemaate katılarak Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) arkasında namaz kılmıştır. Bu itibarla cemaatle namaz kılma, İslâm'ın bir şiârı ve sembolüdür. Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar vazgeçilmez bir uygulama olarak gelmiş ve aynen de kıyamete kadar devam edecektir / etmelidir.
Mutlak manada cemaatle namaz kılmanın ehemmiyetine ve faziletine dair hadis-i şerifler ortadadır. “Karı-kocanın cemaatle namaz kılmasının hükmü ve sevabı hakkında hadis şerif var mıdır” diye bir soru hem gereksiz, hem de manasızdır. Bir amel sünnet-i müekkede ise, müçtehitlerimiz bu hükmü beyan etmişlerse, ki öyledir, elbette onlar bu hükmü Sünnet’ten yani Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) kavil-fiil ve takrirlerinden çıkartmışlardır. Başka türlüsü düşünülebilir mi?
Bu mevzudaki pek çok hadis-i şeriflerden ikisi şöyledir:
“Kişinin cemaat ile kıldığı namaz, evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş (bazı rivayetlerde 27) derece daha faziletlidir…” [Ebu Dâvûd, Sünen, Salât, 49, I, 378]
“Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nisbette sevimlidir.” [Ebu Dâvûd, Sünen, Salât, 47]
İcap ettiğinde sizin ve hemen hepimizin yaptığı / yapmaya gayret ettiği bu sünnet önemlidir, yani evde ailece cemaatle namaz kılınabilir, kılınmalıdır. Hatta tek başımıza bulunduğumuz / kıldığımız zaman dahi 'bizimle birlikte bulunan ruhaniyete imamlığa niyet etmeli', gene cemaatten / cemaat sevabından mahrum olmamaya çalışmalıyız. Nitekim Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Bir adam herhangi bir yerde münferiden namazı ikame ettiğinde (kıldığında), onun arkasında iki melek de namaz kılar. Eğer o kişi ezan okuyarak ve kamet getirerek namaz kılarsa, iki tarafı görünmeyecek şekilde kalabalık bir melek topluluğu onunla beraber namaz kılarak, onun rukûu ile rukû, secdesiyle secde ederler, duasına da ‘âmin’ derler.” [Bkz. Muhammed Ma‘sum, Mektubat, 3, 42, Mektup: 61]
Namazın evde cemaatle kılınması, evde mânevî bir havanın teşekkülüne vesile olması bakımından ayrıca ehemmiyet arz eder. Böylece, varsa şayet namaz kılma çağına gelmemiş olan çocuklar da cemaate iştirak etme sevinciyle ruhlarında namazın hazzını-zevkini-tadını yaşarlar. Ve yine bu vesileyle evde namazın vaktinde kılınması da temin edilmiş olur.
Bu hususta daha geniş ve etraflı bilgi için şu linkteki yazıyı da mutlaka okuyunuz:
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2454-cemaatle-namazsa-saflarin-tanzimi.html