Selamun Aleykum Halis Amca
YouTube sitesinde gezinirken şöyle bir video gördüm Halis amca..Bunun doğruluğu hakkında size danışmak istedim. Yorumları okuduğumda gerçek veya gerçek değil hakkında birçok yazı var ve beni öğrenmeye teşvik etti. ALLAH'a emanet olun. Hamza Yavaş - İzmir
https://www.youtube.com/watch?v=7VHLVs_WZEQ
*******
Ve aleyküm selam yiğenim;
Sana tavsiyem; bu mevzulara, o tip şeylere kafanı takma. Bunlarla meşgul de olma. Meşgul olursan kafanda bir yumak haline gelir ve kendi kendine gereksiz hülyalara dalar, sıkıntıya girersin.
Ayrıca net’te neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilemezsin. Çünkü sanal âlem âdeta bir bilgi çöplüğü… Belli ki bu video da yine belli bir amaçla bir şarlatan tarafından hazırlanıp konulmuş. Bu çöplüklerde fazla dolaşmanı istemem. İşine bak, derslerine çalış.
Melekler ve cinler de bizim gibi yaratıklardır. Biz onları göremeyiz. Fakat görünmek istedikleri insanlara -Allah’ın izniyle- gözükebilirler, herkese değil. Melekler nurânî ve ruhânî varlıklardır, onlardan bir zarar gelmez. Cinler de ruhanî varlıklardır ama nurânî değil, nârânî yani ateşten yaratılmış varlıklardır. İçlerinde aynen insanlar gibi mü’min-müslüman olanları bulunduğu gibi, kâfir-müşrik ve münafık olanları da vardır. Ancak unutmamak lazım; cinler, biz insanlara göre daha zayıf karakterde yaratıklardır. İradesi kuvvetli insanlara zarar veremezler. Zarar verdikleri insanlar, genelde zayıf iradeli ve manevi açıdan tedbirsiz insanlardır.
Mesela videoda onların evleri olarak sözü edilen yerler var; tuvalet, banyo ve saire… Oralarda cinlerden zarar görmemek için tuvalete-banyoya girmeden evvel okunması gereken duayı mutlaka okumalıyız. Yine çıktıktan sonra okunması tavsiye edilen duayı da unutmamalıyız. Kısacası yemek yerken, su içerken, otururken-yatarken, derse başlarken mutlaka duaları (en azından Eûzü-Besmele’yi) okumalı, şeytanın-cinlerin şerrinden Allah’a sığınmalıyız. Biz tedbirimizi alırsak, onlar bize asla zarar veremezler.
Sitemizde bu mevzularda yazılarımız var. Lütfen onları dikkatlice oku. Mutlaka faydalanırsın. Eğer aklına takılan hususlar olursa, yazın köyde buluştuğumuzda inşallah daha geniş şekilde konuşur, hallederiz.
Söz konusu yazıların linkleri:
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2265-cinler-ve-onlara-dair-muteferrik-bazi-meseleler.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2396-buyu-ve-cin-tasallutu.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1335-seytan-cin-midir-melek-mi.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2945-melekler-cinler-cisim-midir-ailede-huzursuzluk.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/3127-nusaybin-cinleri.html
http://halisece.com/islami-makaleler/3125-qur-an-i-kerim-de-nusaybin-cinleri-yle-ilgili-ayetler.html
Selamün Aleyküm Halis abi,
Düzceli Zahid El Kevserinin eserlerinden faydalanabilir mi?
Makalatul Kevseri isimli eseri var yani basılmış, bu eseri tedkik etme şansınız oldumu faydalanılabilir mi?
Hazretimiz, zamanında yaşamış Mustafa Sabri Efendi ve Zahidul Kevseri ile haberleşmesi-diyalogu oluşmuş mudur?
Selam ve dua ile.
ismail ismaile – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullahi aleyh, Ehl-i Sünnet câmiasının çok değerli âlimlerindendir. Bilhassa İmam-ı Azam (rh.) hazretlerine karşı duyduğu hayranlık, bağlılık ve hürmetiyle bilinmektedir.
Ehl-i Sünnet âlimleri, Muhammed Zâhid el-Kevserî’yi (rahmetullahi aleyhim) büyük saygı ve sevgiyle anarlar. Makalat’ın mukaddimesinde Muhammed Ebu Zehra onu, “yeri doldurulamaz” bir âlim olarak vasıflandırmıştır. İbn Teymiye’nin bazı düşüncelerine karşı çıktığı için, bir kısım Vehhabî ulaması tarafından insafsızca tenkit edilip âdeta topa tutulmuştur. Bu da onun ayrıca değerinin büyüklüğünü gösteren bir nişânesidir.
Makalat adlı eseri, Mısır’da değişik dergilerde yazdığı Tefsir, Kur’an ilimleri, Akaid, Hadis, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Siyaset, Tarih, Islah / tecdid gibi değişik mevzuların işlendiği makalelerinin bir araya getirilmesiyle teşekkül etmiş bir derlemedir.
Gayet tabii ki İmam Kevserî’nin eserlerinden faydalanılabilir. Eğer alt yapınız müsaitse alıp okuyabilirsiniz. Ve illâ felâ…
İsimlerini zikretmiş olduğunuz zevât-ı kiramın (k.esrarahum) biribirleriyle görüşüp haberleşmeleri olmuş mudur, olmuşsa şayet, bunun hangi sahalarda, nerede ve nasıl gerçekleştiğine dair bir mâlumata sahip değilim. O devri az veya çok yaşayabilmiş olanlara sormak lazım.
***
Bu kısa açıklamadan sonra gelelim Kevserî hazretlerinin terâcim-i ahvâline (biyografisine)…
Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullahi aleyh (1879-1952), son dönem Osmanlı âlimlerindendir. Kafkasya’dan göç edip Düzce’ye yerleşen bir aileye mensuptur. İlim tahsilini ikmâl edip tamamladıktan sonra, muhtelif medreselerde müderrislik yapmış ve Şeyhülislâmın ders vekilliğine kadar yükselmiştir. Zamanının büyük bir kısmını ilme adamış, çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi birçok eser de kaleme almıştır. Dinde reform adı altında yapılan saldırılara karşı makaleleriyle cevap verip mücadele etmiş, deformistleri susturmuş, âdeta çanlarına ot tıkamıştır!
Muhammed Zâhid Efendi, 1879 yılında Düzce’nin Hacı Hasan Efendi (Çalıcuma) köyünde doğdu. Köy, adını âlim bir zat olan ve Kafkasya’dan göç edip buraya yerleşen babası Hüseyin Efendiden aldı. Hüseyin Efendi buraya göç edip medrese açtı ve talebe yetiştirmeye başladı. Yöre halkı tarafından da ilim ve şahsiyetine hürmeten köylerine adı verildi ve bundan sonra köy bu isimle anılmaya başlandı.
Muhammed Zâhid Efendi tahsiline Düzce’de başladı. İlk derslerini babasından aldı. Düzce’de bulunan ibtidâiye ve rüşdiye mekteplerinde okudu. Mehmed Nazım Efendiden tarih, coğrafya ve matematik derslerini aldı. Buradaki eğitim ve ööğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti. Fatih Camii Medresesinde yüksek tahsiline başladı. Eğinli İbrahim Hakkı Efendinin derslerini takip ederek medrese tahsiline devam etti. Bunun dışında Alasonyalı Ali Zeynelâbidîn Efendiden ders aldı. Ders aldığı hocalarından biri de Kastamonulu Şeyh Hüseyin Efendidir.
Medrese tahsilini tamamlayan Muhammed Zâhid Efendi, 1907 yılından itibaren Fatih Camiinde müderrislik yapmaya başladı. Bu vazifesini Birinci Dünya Savaşının başlamasına kadar sürdürdü. Medreselerde ders verirken edebiyattan belâgat, mantık ve arûz derslerini okuttu. Bu sıralarda Kastamonu’da yeni bir medrese açıldı. Yeni medreseyi faaliyete geçirme vazifesi kendisine tevdi edildi. Bu yeni vazifesi için Kastamonu’ya giderek çalışmaya başladı. Üç yıl kadar hizmet verdikten sonra tekrar İstanbul’a döndü.
Muhammed Zâhid Kevserî Efendi İstanbul’a geldikten sonra yeni vazifelerde bulundu. İlk önce Dâruşşafaka’da müderrislik yaptı. Kısa bir süre sonra alanında uzman yetiştiren Medresetü’l-Mütehassisîn’de müderrislik yapmaya devam etti. Bu vazifelerinin dışında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin ders vekilliğinde de bulundu.
Bayezid Medresesinde Şeyhülislamlar tarafından ders verilirdi. Şeyhülislamların ders vekilleri ise yüksek dereceli müderrisler arasından seçilir ve vekâleten ders okuturlardı. Bu aynı zamanda bir ünvan ve memuriyete de tekabül etmekte olup, Osmanlının son zamanlarına kadar devam etti. Ayrıca Meşîhat Müsteşarlığı vazifesinde de bulundu.
Muhammed Zâhid Efendi, 1922 yılında İstanbul’dan ayrılarak Mısır’a göçtü. Önce Kahire’ye yerleştiyse de, kısa bir zaman sonra Şam’a gitti. Bir süre Şam’da kaldıktan sonra tekrar Kahire’ye döndü. Bu ikinci gelişten sonra ailesini de yanına alarak Kahire’ye yerleşti. Burada da talebe yetiştirmeye, ilim ve irfanla meşgul olmaya devam ederek, Mısır’ın önde gelen âlimleri arasında yer aldı.
Muhammed Zâhid Efendi, zamanının önemli bir kısmını ilme hasretti. Başta hadis, fıkıh, tefsir olmak üzere muhtelif ilimlerle meşgul olarak değerli hizmetlerde bulundu. Çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi birçok eser de yazdı. Türkiye’de bulunduğu süre zarfında, ders okutmaya daha fazla zaman ayırdığından, Mısır’a nisbetle burada çok daha fazla talebe yetiştirdi. Mısır’da bulunduğu zamanlarda ise önceliği ilmî araştırma ve eser yazmaya verdi. Dolayısıyla daha az talebe yetiştirmiş oldu.
Mısır kütüphanelerinde Türkçe olarak yazılmış eserler üzerinde inceleme ve araştırmalarda bulunan Muhammed Zâhid Efendi, birçok vesikayı gün ışığına çıkararak istifadeye sundu. Özellikle dinde reform iddiasıyla ortaya çıkan deformistler ve İslamî değerlere saldıran dalâlet ve bid’at fırkalarıyla amansız bir ilmî mücadelede bulundu. Bunların iddialarını makale ve eserleriyle çürüttü, toz duman etti! Öyle ki, söz konusu kişiler onun bulunduğu ortamlarda dut yemiş bülbüle döndüler, ağızlarını açamaz, konuşamaz hâle geldiler.
***
Siyasî kimliği
Zâhid el-Kevserî hazretleri hayatı boyunca, mâlum ve mâhut İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne / şer cephesine mensup devlet, siyaset, asker ve fikir adamlarına muhalif kaldı. 1922 yılının sonlarına doğru bir dostunun, hakkında tutuklama emrinin çıkarıldığını sokakta kendisine söylemesi üzerine, ailesine bile haber vermeden, veremeden deniz yoluyla -yukarıda da belirtildiği üzere- Mısır’a hareket etti, önce İskenderiye’ye, birkaç gün sonra da Kahire’ye ulaştı. Sonra Beyrut’a, oradan Şam’a geçti (1923). Şam’da Dârü’l-Kütübi’z-Zâhiriyye’deki yazma eserler üzerinde incelemeler yaptı.
1926’da Kahire’ye döndü ve Ezher’de okuyan Türk talebelerinin kaldığı Tekiyyetü’l-Etrâk Ebu’z-Zeheb adlı tekkede ikamet etmeye başladı.
1928’de ilmî seyahat maksadıyla ikinci defa Şam’a gittiyse de, burada kendisine uygun bir çevre bulamadığından ertesi yıl Kahire’ye döndü. Kahire’de Dicvî, Muhammed b. Ca‘fer el-Kettânî, Ahmed Râfi‘ et-Tahtavî gibi âlimlerden de İslâmî ilimlerden icâzet aldı. Herhangi bir geliri olmadığından maddî sıkıntı çekmesine rağmen yardım tekliflerini kabul etmedi. Bazı Türkçe belgeleri Arapça’ya çevirtmek amacıyla Dârü’l-Mahfûzâti’l-Mısriyye idaresince açılan imtihanı kazanıp maaşla çalışmaya başladı. Bu sırada ailesini İstanbul’dan getirtti. Oğlu ile bir kızı kendisi İstanbul’da iken vefat ettiğinden Kahire’ye eşi ve iki kızı geldi; kızlarından Seniha hanım1934’te, Meliha hanım 1947’de Kahire’de vefat etti.
Kevserî (rh.a.), Kahire’de bulunduğu yıllarda bir taraftan evini medrese haline getirerek talebe yetiştirirken bir taraftan da çok sayıda İslâmî eserin ilmî neşrini sağladı. Çoğunluğu Mısırlı olmak üzere Yemen, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Malezya, Suriye, Irak ve Türk uyruklu öğrencilere icâzet verdi. Abdülhamîd el-Kütübî el-Mısrî, Ahmed Avang Hüseyin, Alasonyalı Büyük Cemal Öğüt, Abdülfettâh Ebû Gudde, Ahmed Hayri Paşa, Muhammed Reşad Abdülmuttalib, Ebü’l-Fazl İbnü’s-Sıddîk, Ali Ulvi Kurucu, Mehmed İhsan Efendi, Mustafa Runyun ve Muhammed Hüseyin onun yetiştirdiği talebelerdendir. Bu arada Mısır basınında yayımlanan reformist görüşlere karşı çıkması yüzünden sınır dışı edilmesi için girişimlerde bulunulduysa da, Şeyh Abdülmecîd es-Sindûnî ve bir süre Evkaf Bakanlığı da yapan Ezher Şeyhi Mustafa Abdürrâzık’ın müdahalesiyle bundan kurtuldu. Faaliyetleri ve yayınları ile büyük takdir toplayan Zâhid Kevserî, Mısır’daki ilim erbabı üzerinde müessir oldu. Ezher’de okuyan öğrencileri vasıtasıyla Hindistan ve Pakistan’da yaşayan âlimlerle irtibat kurarak geniş bir ilmî çevre edindi.
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’ye dönme ümidi taşıdığı, bunun için fırsat gözettiği bir zamanda çeşitli hastalıklarla mücadele etti ve hastalıklardan kurtulamayarak vatan hasretiyle 11 Ağustos 1951 tarihinde Kahire’de vefat etti. Ardından eşi hastalanarak Türkiye’ye döndü ve beş yıl sonra o da öldü. (Rahmetullahi aleyhim ecmaîn)
***
İtikadî ve tasavvufî görüşleri
Son devirde İslâmî ilimlere hizmeti geçmiş, velûd, münekkit ve araştırmacı bir âlim olan Zâhid Kevserî hazretleri, itikat amel ve ahlâkta Ehl-i Sünnet’e son derece bağlı idi. Ehl-i Sünnete muhalif mezhep mensuplarını ise sürekli tenkit etmiştir. İlmî müktesebatında kelâm, fıkıh, hadis ve tasavvuf önemli yer işgal eder. Mısır’da kaleme aldığı kitaplarında ve özellikle makalelerinde İslâm’a aykırı gördüğü yenilik düşüncelerine ve ‘mezheplerin telfîki’ne karşı hep mücadele etmiş, dinî ve içtimaî / sosyal mevzularla ilgilenip bu alanlarda da büyük hizmetleri olmuştur.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarının görüşlerine var gücüyle sahip çıkmış ve bu görüşleri kuvvetli bir üslûp ile müdafaa etmiştir. Mâtürîdiyye mezhebine mensup olan Zâhid Kevserî’nin (rh.a.) kelâma dair temel görüşleri özetle şöyledir:
Ehl-i Sünnet’e dâhil Mâtürîdiyye ile Eş‘ariyye büyük çoğunlukla ortak görüşlere sahiptir, aralarındaki farklılıklar çok azdır. Bu sebeple mezhepleri birbirine yaklaştırmaya çalışmanın bir anlamı yoktur. Mezhepsizlik ise dinsizliğe götüren bir yoldur. Dinî emirleri hayata geçirebilmek için bir mezhebe bağlanmak zaruridir / zorunludur.
Selefiyye (Haşviyye) ise Selef mezhebine intisap iddiasında bulunan ve kelâm ilmine vâkıf olmayan ehl-i hadîs zümresinin mezhebidir. Bu mezhep görüşleri teşbih ve tecsîme götüren inançlar ihtiva ettiğinden Ehl-i Sünnet’e dâhil değildir. [Bkz. İbn Asâkir, neşredenin girişi, s. 17]
İsbât-ı Vâcib mevzuunda Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde durulan deliller tercih edilmelidir. Çünkü bu delillerde müşahedeye önem verilir, şuurlu ve şuursuz bütün varlıkların kendi kendine vücut bulmasının imkânsızlığına dikkat çekilir. [Hâmid İbrâhim Muhammed, s. 105-119]
Ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla Mu‘tezile mensupları arasında ilâhî sıfatlarla alakalı görüş ayrılıkları izâfîdir ve önemli de değildir.
İbn Teymiyye’nin ilâhî kelâmı kadîm, harf ve seslerden oluşan kelâmı ise hâdis ve zâtıyla kāim kabul etmesi hâdislerin Allah Teâla’nın zâtına nisbet edilmesi anlamına gelir ki, bu imkânsızdır. Allah’ın (c.c.) dünya semasına nüzûlü, melek gönderip insanları dua etmeye çağırması veya dua ve istiğfarı kabul etmesi demektir.
Nasslarda Allah’a izâfe edilen ve O’na hareket, mekân, cihet, yaratılmış varlıklara ait mahiyetler / nitelikler nisbet eden lafızları mutlaka te’vil etmek gerekir. Bunları te’vil etmeyenler müşrik sayılır. Bu sebeple İbn Huzeyme’nin Kitâbü’t-Tevĥîd’i bir şirk kitabıdır. Ahmed b. Hanbel Selefiyye’nin iddia ettiği gibi teşbih ve tecsîmi benimsememiş, aksine haberî sıfatlara dair bazı nassları Selef’in yaptığı gibi icmâlî bir te’vile tâbi tutmuştur. [Kevserî, Makālât, s. 33, 62-63, 148-153, 335, 355-378, 409]
Kadere iman, insanın fiilerini-faaliyetlerini icbar altında yapması anlamına gelmez. Aksi takdirde insanın iradesi sorumlu kılındığı fiillerde kaderin bir parçası haline gelir. [Kevserî, el-İstibsâr, s. 22; Cüveynî, s. 38]
Tevessül nasslara dayanan bir tatbikat / uygulama olup şirk kabul edilmesi sapıklıktır! Zâhid Kevserî’nin (rh.a.) İbn Teymiyye’ye ve onun şahsında Selefiyye’ye karşı çıkmasında, İbn Teymiyye’nin, Rasûlullah (s.a.v.) ve evliyaullah ile tevessülde bulunanları müşrik saymasının tesiri büyüktür.
Hadis alanında da temayüz eden Zâhid Kevserî hazretleri, yirmiye yakın hadis kitabını üstazlarından okuyarak rivayet icâzeti almıştır. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin (rh.) hadis anlayışına yönelik tenkitlere cevap olarak kaleme aldığı Te’nîbü’l-Hatîb ve en-Nüketü’ŧ-Tarîfe adlı eserleri büyük yankı uyandırmış, haklarında reddiyeler yazılmış, kendisi de bunlara cevap vermiştir. Hadis’e dair diğer eserleri de, onun ricâl ilmindeki vukufunu isbatlayıcı mahiyettedir. Ona göre âhâd seviyesindeki bir rivayet Kur’an’ın umumuna ve akla aykırı bir muhteva taşıyorsa terkedilir.
***
Tasavvufî yönü
Zâhid Kevserî’nin (rh.a.) ilmî şahsiyetinde tasavvufun-maneviyatın mühim bir yeri vardır. Babası Nakşî şeyhleri arasında yer aldığı gibi, kendisi de Kastamonulu Nakşî şeyhi Hasan Hilmi Efendi’ye intisap etmiştir. Her iki şeyh de dönemin müceddidi kabul edilen Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin dergâhına mensuptur. Ona göre nefsin ve hevânın baskısına mâruz kalan kişiler kudsî âlemle irtibatı olan kâmil ve mükemmil mürşidlerin irşad ve yardımına muhtaçtır. [İrğâmü’l-Merîd, s. 61]
Tevessül câizdir, çünkü tevessül edilen kâmil insanlar ruhlarını tezkiye edip / arındırıp temizlediklerinden mânevî tasarrufta bulunma melekesine sahiptir. Onların bu mahiyetleri ölümlerinden sonra da devam eder. XX. yüzyılın Mâtürîdiyye müceddidi olarak tavsif edilen Zâhid Kevserî’nin görüşleri, Mısır’da ve diğer İslâm ülkelerinde dinî münakaşalara zemin hazırlamıştır. Kendisini tenkid edenler bulunduğu gibi müdafaa edenler de çoktur.
***
Ömrünü ilme adayan, Osmanlının son dönem önemli âlimleri arasında yer alan, çok sayıda talebe yetiştirip eser yazan Muhammed Zâhid Efendi, biraz önce de zikrettiğimiz üzere11 Ağustos 1952 tarihinde Kahire’de vefat etti. Na‘şı, İmam-ı Şafiî hazretlerinin kabrinin yanına defnedildi. Mezar taşına / şâhidesine, kendisi için yazdığı şu şiiri hakkedildi (çelik kalemle kazındı / yazıldı):
Ey kabrimin başında durup ibretle bakan adam,
Dünkü ziyaretçi bugün buraya defn olunmuştur.
Rahmetullâhi aleyh
Eserleri
Muhammed Zâhid Kevserî rahmetullahi aleyh, yukarıda belirtildiği gibi çok sayıda makale ve eser yazdı. el-Esma ve’s-Sıfât ile Makalâtü’l-Kevserî adlı eserleri en meşhur olanlarıdır. Tasavvuf ve tasavvuf büyükleri hakkında kaleme aldığı eseri, Irgâmü’l-Merîd ismini taşımaktadır. Muhtelif mevzularla ilgili olarak kaleme aldığı makaleleri, Makalât adlı eserinde toplanmıştır. İmam-ı Rabbanî (k.s.) hazretleri hakkında yazdığı Türkçe eseri, er-Ravdun Nazîru’l-Verdî fî Tercemeti’l- İmâmi’r-Rabbânî es-Sirhendî’dir. Bunların dışında; es-Seyfü’s-Sakîl, el-İşfâk alâ Ahkami’t-Talâk ile Farsça yazılmış bulunan Nazm-ı Avâmili’l-İ‘râb isimli eserleri de vardır. [Bu cevabî yazı, muhtelif makale, kitap ve ansiklopedilerden bilistifade hazırlanmıştır.] Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/islami-makaleler/3227-muhammed-zahidu-l-kevseri-ve-ilmi-sahsiyeti.html
Mrblar
Hocam size bazı şeyler sormak istiyorum müsadenizle.
* Mümeyyiz nedir? Büluğa ermiş kişilere de mümeyyiz denir mi
* Mücazat edici ne demek? Allahü teala hakkında bu ifadeyi kullanmak
küfür olur mu?* Beni İsrail ne demek Bir ırk mı yoksa kafir sınıfı mı? Yani hem Beni İsrail den olan ve hem de Müsliman olan birisi diye bir şey olabilir mi? Beni İsrail Cennete girebilirmi? Yâkub aleyhisselamın oğullarına Beni İsrail denmesi doğrumudur?
Şimdeden teşekkürler.
mertoğlu barış – gmail
*******
Selamün aleyküm.
Merhabalar kardeşim;
1- “Mümeyyiz” lûgatte; temyiz gücüne sahip, temyiz eden, iyiyi-kötüyü seçen, ayıran, doğru ve yanlışı ayırt edebilen demektir. İslâm fıkhında-hukukunda ise, yedi yaş ile büluğ çağı arasında bulunan çocuk demektir. Bülûğa ermiş genç, diğer şartlar da mevcutsa şayet artık reşit sayılır, ona mümeyyiz denmez. Çocuk filasıl yedi yaşından itibaren tam vücûb ehliyetini almıştır, lehine ve aleyhine olan hak ve mükellefiyetlere sahiptir. Ehliyet lûgatte ‘yetki; elverişli, lâyık ve yeterli olmak’ anlamlarına gelir. Fıkıh tabiri olarak, kişinin dinî ve hukukî hükümlere muhatap olmaya elverişli oluşunu ifade eder. Başka bir ifadeyle, insanların leh ve aleyhindeki hak ve sorumluluklara muhatap olabilmesi halidir. İnsanın şer'î hitaba ehil ve muhatap oluşu, akıl denilen anlama-kavrama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunmasıyladır. Kişinin bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna ehliyetü'l-hitap denir. Fakat bu devrede çocuğun aklı tam manasıyla olgunlaşmadığı için ‘eda ehliyeti’ eksiktir. Edâ ehliyeti; bir borcu ödeme, verme, yerine getirme demektir. Binaenaleyh İslâm hukukunda mümeyyiz çocuk, reşid durumdaki insandan mâlî tasarruflarda ve hukûkullah mevzuunda farklı hükümlere tâbidir. Mesela mâlî tasarrufları sırf menfaatine olanlar, sırf zararına olan tasarruflar, mahiyet (nitelik) bakımından faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterebilen tasarruflar olarak değerlendirdiğimizde, bu üç kısımda da mümeyyiz çocuk kendi başına îfâ-infaz ve icrâda bulunamaz. Bu tür işleri ancak velîsi ya da vasîsinin izniyle yapabilir. Hukûkullah mevzuunda ise imanı ve yaptığı diğer bedenî ibadetler -edâ ehliyeti noksan da olsa- sahihtir / geçerlidir. Çünkü bunlar tamamen onun menfaatinedir. Ancak bunların mümeyyiz tarafından eda edilmeleri vâcip / farz değildir. [Bkz. Muhtelif lügat ve mu’cemler, fıkhî eserler; Ayrıca bkz. Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz, Bağdad, 1405/1985, s. 97] Meselenin detayı için İslâm hukukuna dair temel fıkıh kitaplarına müracaat edilebilir.
***
2- “Mücâzât edici” demek, karşılık veren demektir. Binaenaleyh bir iyiliğe mukabil mükâfat vermeye de, bir kötülüğe karşılık cezâ vermeye de mücâzât denmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu mefhum, be-tahsis bu manalaradır. Cenab-ı Mevlâmız hakkında bu ifadeyi kullanmak niçin küfür olsun! O hem mükâfatlandırır, hem de cezalandırır. Yaptığından dolayı kimseye de hesap vermez. Böyle bir ifade de küfür olmaz. Ancak Türkçemizde bu kavram, daha çok ‘kötülük karşılığında verilen ceza’ anlamında kullanılmaktadır. Bu mevzuda unutulmaması gereken önemli bir nokta ise, kelime ve kavramların karşılıklarının sadece lugavî manadan (sözlük anlamından) ibaret olmadığıdır. Nitekim İlm-i Vazı‘ye göre lugavî mananın dışında ıstılâhî, örf-i âm ve örf-i hâs manaları da vardır. Bunları bilmeden, etraflıca değerlendirmeden bir ibareye, hele hele ayet ve hadislere doğru mana verilemez, sıhhatli bir hüküm ortaya konulamaz, hata ve noksanlardan uzak kalınamaz.
***
3- “Beni İsrail ne demek Bir ırk mı yoksa kafir sınıfı mı? Yani hem Beni İsrail den olan ve hem de Müsliman olan birisi diye bir şey olabilir mi? Beni İsrail Cennete girebilirmi? Yâkub aleyhisselamın oğullarına Beni İsrail denmesi doğrumudur?”
- Benî İsrâîl, İsrail oğulları demektir. İsrâîl, Yakûb aleyhisselamın lakabıdır. Onun nesline Yakub Nesli veya Yâkub Oğulları yerine İsrail nesli manasında, "İsrâîl Oğulları" denmiş ve o şekilde anılmışlardır. Yani Yakub aleyhisselâmın oğullarına Benî İsrâîl denilmesi doğrudur, bunun yanlış bir tarafı, tereddüt edilecek bir yanı yoktur. Bu ırka aynı zamanda “İbrânî” ve “Yahûdî” de denilmektedir.
Hz. Yâkûb, Hz. İshak'ın oğludur. Hz. İshak da Hz. İbrahim'in oğludur. Hz. İbrahim'in hanımı Sâre validemizin çocuğu olmuyordu. Fakat Allah’ın lütfu ile 97 yaşında Hz. İshak'ı dünyaya getirdi. Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle beyan olunmaktadır:
“(İbrahim’in) karısı (Sâre) bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak, ‘Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?’ dedi. Misafir melekler: ‘Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Hakikaten O hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilir.’ dediler.” [Zâriyat suresi, 29-30]
Hz. İshak'ın da iki oğlu oldu, biri Ays, öbürü de Yâkûb. Yâkub aleyhisselâm, babası ve dedesinin memleketi Kenan ilinde (Filistin) ikamet etti. 12 oğlu vardı ki, işte Benî İsrâil bunlar ve onların nesillerinin devamıdır. Hz. Yâkûb'un küçük oğlu Hz. Yûsuf'un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve köle diye satılması, İsrail Oğulları’nın içinde daha ne kötülerin ve kötülüklerin olabileceğinin âdeta bir habercisi gibidir.
Görüldüğü üzere “Benî İsrâîl” bir ırkın, bir neslin adıdır. Mutlak manada bir kâfir sınıfı-güruhu anlamında değildir. Her ırkta, her kavim ve millette olduğu gibi, az da olsa Yahudilerden de hidayete erenler vardı. Nitekim Asr-ı Saadet’te Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) Benî İsrâil’den yani Yahudilerden de iman edenler oldu. İman kimsenin tekelinde değil. Kim iradesini samimi olarak o yönde kullanırsa, Allah Teala ona imanı nasip eder. Hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun… Ve iman edip Müslüman olan her mü’min gibi, onlar da Cennet’e girecekler şüphesiz. Yeter ki tam anlamıyla İslâm’a girip mü’min olarak ruhlarını teslim edebilsinler… Ama tabii birilerinin-bazılarının dediği gibi, Müslüman olsun olmasın Yahudi ve Hıristiyanlar da Cennet’e gidecek değil elbette… O apayrı bir sapıklık. Allah korusun bunu söyleyen ve buna inanan kişi iman sınırlarının dışında kalır. Ebedî Cehennemlikler zümresine dâhil olur. Ancak Yahudilerin dalâlette çok ileri gittikleri de gün gibi aşikâr bir gerçektir. Bu sapkınlık ve azgınlıklarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
- Musa aleyhisselam Tur dağına gidince, bunlar dinden çıktı, buzağıya taptı. İki grup, buzağıya tapanlar ve tapmayanlar birbirleriyle öldüresiye çarpıştılar. Bir rivayete göre 70 bin İsrailli öldü. [Tefsir Taberi, 2/73 ; Tefsir Tantâvî, 1/91] Sonra pişman olup tevbe ettikleri için, Yahudi denildi. Yahudi, doğru yolu bulucu / bulan demektir. Fakat bugün ne halde oldukları, ne denli sapıttıkları da ortada… Hatta sadece İslâm âlemine de değil, hemen her alanda topyekün dünya milletlerine çektirdikleri inkâr edilemez bir gerçek!
- Yahudiler, peygamberleri Hz. Musa’ya çok eziyet etti.
- Keza bazı peygamberleri şehit ettiler. Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, Yahûdiler tarafından öldürülen peygamberlerin isimleri sarahaten belirtilmez. Ama bu durum, o kadar açıktır ki, Yahûdilerden bu mevzudaki âyetlere itiraz eden kimse çıkmamış, dolaylı yoldan hepsi bu tarihsî suçu, bu meş’ûm fiili kabul etmiştir. Bazı tarih ve araştırma kitaplarında Yahûdiler tarafından öldürülen peygamberler olarak Zekeriyyâ ve Yahyâ aleyhimesselâm ile birlikte başka peygamber isimleri de zikredilir.
- Hz. İsa’yı babasız çocuk diye kötülediler. Annesi Hz. Meryem’e iftira ettiler, onları öldürmek için saldırdılar.
- Ahir zaman peygamberi Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) zehirlediler. Hz. Osman (r.a.) zamanında fitne çıkararak, halifenin şehit edilmesine sebep oldular. Hurûfîliği meydana çıkarıp, Müslümanları parçaladılar. Asırlarca Allah’ın gönderdiği hak dini / ilahi şeriatleri, peygamberleri yok etmeye uğraştılar. Dini ve şer’î ahkâmı bozup yok etmek için Masonluğu kurdular. 1918’de biten I. Cihan Harbi’nden sonra, din düşmanı olan komünist devletler kurdular. Bir yandan da önce İstanbul, sonra Mısır’da hahambaşı olan Hayım Naum, dünyanın biricik İslam devleti Osmanlıyı yıkmak için, kapitalist ve emperyalist devletler arasında fırıldaklar çevirdi. Neticede, İslam âleminin liderliğini yapan Hilâfet merkezi koca devlet parçalandı. Günümüzde ise halen bu yıkıcı-bozguncu mesailerine hiç ara vermeden devam etmektedirler. İslâm’a ve Müslümanlara karşı olan kinleri-düşmanlıkları olanca hızıyla sürmektedir. Onun içindir ki Mevlamız Kelâm-ı Kadîm’inde Habîbine hitaben buyuruyor ki:
“İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları (müşrikleri) bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da, ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.” [Mâide suresi, 82]
Benî İsrail’in yaptığı bu kötülüklere mukabil hangi cezaya, azaba çarptırıldıklarını ise Kur’an-ı Kerim şöyle haber veriyor:
“(Rasûlüm) De ki: Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet etmiş ve gadabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz (doğru) yoldan daha çok sapmışlardır". [Mâide suresi, 60]
Bu âyet-i celilenin delâletine göre, Beni İsrâil'in uğradığı kötülüklerinin bir kısmının özeti şunlardır:
a) En kötü bir şekilde cezalandırılmaya müstehak olan bir kavimdir;
b) Allah'ın lânetlediği (mel'ûn) bir kavimdir;
c) Allah'ın gadab ettiği kavimdir (Mağdûbu aleyhim);
d) Allah'ın, onların bazılarını maymun, bazılarını domuz yaptığı bir kavimdir;
e) Allah'ın onların bazılarını Tâğût’un kulları yaptığı, Şeytan kulu bir kavimdir;
f) En kötü menzilde ve en şerîr derekede olan bir kavimdir;
g) Sırat-ı müstakîmden, Allah'ın doğru yolundan sapanların en sapıklarıdırlar!
Rabbimizin (c.c.) “daha kötüsü” buyurduğu bu cezanın, bu çirkinlik ve rezilliklerin üzerinde, dünyada daha ne gibi kötü bir şey olabilir ki! Tabii ahiretteki Cehennem azabı müstesna...
"Bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir kavim"
Topyekün kâinatı, mahlûkatı ve insanı yoktan var eden Allah Teala, Hz. Âdem’in yaratılacağı toprağı getirmek için Azrâîl aleyhisselâmı vazifelendirdi. O da yeryüzünün her yerinden, her renginden; karasından-kırmızısından-bozundan, güzelinden-çirkininden, temizinden-pisinden, kokmuşundan-murdarından velhasıl her çeşidinden toplayıp getirmişti. [İbn-i Esîr, el-Kâmil fi't-Târih,1/27-28; Sünen-i Ebi Dâvud, 2/634 (4693); Sahîhu't-Tirmizî, 5/204 (2955)]
İnsanın ilk yaratılışıyla alakalı bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan olunuyor:
"Hatırla ki, Rabbin meleklere; ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’, dedi. Onlar da, ‘Bizler hamdinle seni tesbîh ve seni takdîs edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak / bozgunculuk yapacak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. Allah da onlara, ‘Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim’, buyurdu.”[Bakara suresi, 30]
Bu âyet-i kerimede dile getirilen "bozgunculuk yapacak ve kan dökecek" ifadesiyle, Yahudi kavminin bu pis vampir karakterinin değişmeyen cibilliyeti mi haber verilmişti acaba, diye düşünmeden edemiyor insan… Allahu â‘lem, Benî İsrail'in Siyonistleri, bu toprak çeşitlerinin en kötüsü, en pis ve en kokuşmuşundan nasiplerini almışlar olsa gerek.
Yani, mayaları toprağın en çirkefi…
Ruhları İblis'in racîm ve lânetlenmiş ruhuyla yoğrulmuş…
Katil Kâbil'in damarından gelmiş…
En kötü Tâğûtî insan tipi olarak o gün bugün, insan kanı dökmekle vampirleşmiş…
Dünyanın ve özellikle de İslâm âleminin başına bela olmuş, bir mikrop, bir virüs, bir habis ur haline gelmiş...
Bunların tarihleri, baştan sona hep böyle kan döken, öldüren, insanlık düşmanı kâtil bir kavim olarak geçmiş…
El’an / hâlen de;
- Mâsum insanları,
- Yataktaki çocukları, beşikteki-kucaktaki bebekleri,
- Hasta, yaşlı, engelli, sandalyeye mahkûm kötürüm insanları, kadınları,
- Bilhassa düşman olduğu asâletli milletlerin yetişmiş kıymetli güzide âlim ve önderlerini, hatta teknik elemanlarını dahi öldürmekten çekinmeyen…
- Bağları-bahçeleri-zeytinlikleri harap eden, yakıp yıkan,
- Hayvanları ve dahi bulduğu-gördüğü, kendisinin olmayan her canlıyı katleden…
En aşağılık terörist, eşkıya bir güruh olarak mukaddes bir beldeyi-bölgeyi Kuds-i Şerîf'i ve Mescid-i Aksâ'yı, Müslümanların zâ'fından bilistifade kirletmeyi, kan dökmeyi sürdüren bir kavimdir Yahûdi… Benî İsrâil!
“Qaatelehumullâh!”
“Lânetullâhi aleyhim ecmaîn!”
Selâmün aleykum hocam Abher namazi varmıdır? Bilgi verirmisini Burhan Erbil – Messenger
*******
Ve aleyküm selam Burhan kardeşim;
Aynı soru daha önce de yine tarafınızdan sorulmuş ve cevaplamış idik. Lütfen bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2400-abher-namazi.html
Ayrıca mevzu ile (nafile ibadetlerle) irtibatlı olması hasebiyle aşağıdaki linkleri de gene lütfen dikkatle okuyunuz:
http://www.halisece.com/genel-fikhi-konular/2801-nafile-ibadetler-ve-ameller.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2393-esmaul-husna.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1220-zuhri-ahir-namazi.html
Not: O mâlum ve mâhut kişiyle alakalı gereksiz resmi de niçin kopyaladığınızı belirtirseniz memnun olurum. Vesselâm…
Merhaba
1. Bir insana kötülük ettik sonra helalleştik. Ahirette yine bundan dolayı ceza çeker miyiz?
Bir hoca dedi ki; "helalleşince mesele kalmaz. Ceza çekebilirsin de çekmeyebilirsin de işlediğin halta bağlı" Aynen böyle Helalleştiğimiz halde eğer ceza çekme ihtimalimiz varsa o zaman "helalleşince mesele kalmaz" ne demek? Hangi husus hallolmuş oluyor o zaman?2. Bir insana yalan söyledik, arkasından konuştuk vs. sonra genel bi helallik istedik, o da tüm haklarını helal etti, ahirette bizim o kişinin haberi olmadan ona yaptığımız bu kötülükler ortaya çıkar mı? Haberi olur mu? Eğer ahirette öğrenirse o zaman "ben dünyadaki helallik vermemden vazgeçtim şimdi haram ediyorum" diyebilir mi? Ya da ahirette öğrenince bizim cehenneme girmemizi isteyebilir mi? Kabul olur mu?
3.şimdi adam hakkını helal etti ya hani bende onun arkasından söylediklerimi ahirette öğrenmemesi için dua etsem haberi olmasın no’lur diye Allahü tealaya yalvarsam
olur mu? Böyle dua etsem uygun mudur?Siz sorulara çok detaylaı cevap veriyorsunuz, sizin sitenizi farklı kılan en belirgin özellik bu,
soruma ayrıntılı bir cevap bekliyorum.Saygılar sunuyorum.
ozan ve beril 2009 – gmail
*******
Selamün aleyküm.
Merhaba kardeşim;
1- Evet, helalleştiğimizde mesele bitmiştir. Hasmımız, helalleştiğimiz hususta artık davacı olamaz. Helalleşmek, adı üstünde zaten bunun içindir. Eğer bir işe yaramayacaksa, ne diye gidip o kişiyle muhatap olalım, kendisine yüzsuyu dökelim, öyle değil mi?
2- Eğer söylediklerimiz-yaptıklarımız fitneye sebebiyet verecekse, başka hâdiselerin, sıkıntı ve zararların meydana gelmesine yol açacaksa, böyle durumlarda üzerimizde kul hakkı bulunan kimseye bir vesile ile yaklaşılır, mesela hediye götürülür... Mâlumunuz, hediyeleşmek sünnettir, kalplerin yumuşamasına vesile olur. Sonra da bir fırsatını bularak, genel manada ‘bütün haklarını helal etmesi’ istenirse, bu olur. Yani onun bizim üzerimizdeki haklarını söylemeden helalleşmek caizdir, bu şekilde helalleşilebilir. Helalleştikten sonra da artık ne dünyada ne de ahirette bunun geriye dönüşü olmaz, bundan vaz geçmek yoktur. Kişi, o zamana kadar olan haklarını helal etmiş olur. Yeter ki ondan sonra bir hukuka girmesin… Tabii helalleştikten sonra ayrıca yaptıklarımızdan pişman olarak, gerek onun için, gerekse kendi günahımız için tevbe ve istiğfar ile dua edilmelidir.
3- Tabii ki muhatabınızın ‘söylediklerinizi dünyada ve ahirette öğrenmemesi için dua edip, Allah Teâla’ya yalvarmanız’ uygundur, güzel olur. Hatta umumi manada Rabbimize, dünya ve ahirette mahcup etmemesi için her zaman niyazda bulunmalıyız. Ayıplarımızı, hata-kusur ve günahlarımızı gizlemesi, günahlarımızı af ve mağfiret buyurması, Cennet’ine koyup Cemâliyle de şereflendirmesi için iltica etmeliyiz.
Detaylı bilgi için sitedeki ‘kul hakları’ ile ilgili yazılara ve özellik de Husama namazı başlıklı yazıya bakabilirsiniz.