II. Abdülhamid Han bildiği halde neden hiç Fransızca konuşmazdı ya da gayrimüslimlerin diliyle konuşmak, başka harflerle Kur'an'ı yazmak
Selamün aleyküm hocam, Abdülhamit Han çok iyi Fransızca bildiği halden neden konuşmazdı? Sebep, onun bu tutumu, anlatılanların ötesinde gayrimüslimleri ve dillerini yüceltmemek, İslamın izzetini korumak adına olabilir mi?
Soru: Ubeydullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Bildiğiniz üzre bendeniz tarihçi değilim. Ancak tarih ilminin İslâmi ilimlerle ünsiyetinin bulunması ve sorduğunuz meselenin dînî cihetinin de olması sebebiyle bir nebze üzerinde durup ele almaya çalışalım. İnşaallah sadra şifa, yırtığa yama olur.
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed el-Fârukî (k.s.) hazretleri mâruf, meşhur ve muhallet eserleri el-Mektubat’ta (1/163) şu beyanlarda bulunuyor:
“İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada bulunmaları muhâldir. Birine kıymet verdiğinde diğerini küçük düşürmüş olursun.
Bilinmesi lazımdır ki; dünya ve ahiret saadetini elde etmek, yalnızca İki Cihan’ın Efendisi’ne (s.a.v.) tâbi olmaya bağlıdır. O’na tâbi olmak ise, İslâm’ın hükümlerini yerine getirerek insanlar arasında tatbik etmekle, küfrün tesirlerini ortadan kaldırarak iptâl etmekle, havâstan ve avâmdan onu kovup uzaklaştırmakla ancak mümkün olur. Çünkü İslâm ve küfür kıyamete dek hatta kıyamette bile bir araya gelmeyecek olan iki zıddır. Birini kabul etmek diğerini nefyetmeyi (reddetmeyi) ve birine değer vermek diğerini küçük düşürmeyi gerektirir.
Allah Sübhânehu Nebîsi ve Habîbi’ne (s.a.v.) hitâben şöyle buyurmuştur:
‘Ey Nebî (Peygamber), kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran!’ [Tevbe suresi, 73]
Allah sübhânehu, ahlâkın en büyüğüyle vasıflanmış olan Rasûlüne, kâfirlerle cihad etmeyi ve onlara sert davranmayı emredince, bilindi ki, onlara sert davranmak (bu) büyük (ekmel ve etemm) ahlâka dahildir.
İslâm’ın yüceliği küfrün ve küfür ehlinin zilletindendir. Kim ehl-i küfre değer verirse, ehl-i İslâm’ı zelil düşürmüş olur. Değer vermek / üstün tutmak yalnızca onlara saygı göstermek ve baş köşeye oturtmaktan ibaret de değildir. Aynı zamanda meclislere (toplantılara) alarak onlarla beraber olmak ve onların dilini kullanarak onlarla konuşmaktır. Bütün bunlar ehl-i küfrü üstün tutma manasına dahildir. Onlara lâyık olan, köpekler gibi kovulmaktır…
Bir beyit: Düşmanımı seversin, sonra da zannedersin ki / Ben seni seviyorum; akıl senden ne kadar ıraktır!..” [A.g.e., Yasin Yayınevi, İst. 2001, 2, 463-4]
***
Sultan II. Abdülhamid rahmetullahi aleyhe gelince…
Fransız akademisi âzalarından Claude Farrére’in yazdığına göre o, ‘Türkçe’den başka hiçbir dil konuşmamayı ve yalnız namaz sûrelerini Arapça okumayı kaide ittihaz etmişti.’
Adı geçen kişi kitabında, onu anlatmaya şöyle devam ediyor:
"Sultan Abdülhamid’in yazısı okunaklı ve düzgündür. İmlâ bilmediği şöyle dursun, mutavassıt bir hattat derecesinde yazdığı Arapça ve Farsça büyük levhalar vardır. Fransızca bildiğini ise, büyük bir Fransız edibinin şehâdeti ile kaydetmekle iktifâ ediyorum:
Müellif: Fransız akademisi âzasından Claude Farrére.
Eser: Souvenirs (1953 Paris tab’ı)
‘Aşağıdaki fıkrada bahsi geçen Madam, Constans, Fransa sefiri Mösyö Constans’ın karısıdır; kocasından sonra İstanbul’a gelmiş olduğu için Zât-ı Şâhâne’ye ayrıca takdim edilmiştir.’ [sh: 28]
Madam Constans’ın muvasalatında padişahı ziyaretle tazimatını arz etmesi teşrifât icabından olmak itibariyle, bu muhteşem resmi kabul münâsebetiyle öğretilmiş olduğunda, irad edeceği tâzimat nutkunun kelimesi kelimesine ezberletildiğinde ve huzurdan nasıl çıkacağının da uzun uzadıya tâlim edilmiş olduğunda hiç şüphe yoktur. Bilhassa çıkış meselesi çok nâzik bir mesele idi; çünkü geri geri giderek çıkmak ve bu hareket esnasında fasılalarla üç zarurî reverans yapmak mecburiyetinde idi. İşte bu geri hareketini yaparken bir basamaktan da inmek mecburiyetinde kalacağı kendisine söylenmemiş, sırf bir muziplik olmak üzere bu nokta ihmal edilmişti: Genç diplomatlara tabiî eğlence lâzımdı!..
Abdülhamid, Türkçe’den başka hiçbir dil konuşmamayı ve yalnız namaz sûrelerini Arapça okumayı kaide ittihaz etmişti. Nihayet Madam Constans ezberindeki iki buçuk cümleyi îrad edip geri geri giderek huzurdan çıkarken üçüncü reveransını yapacağı sırada o hâin basamak tam arkasına gelip çattı.
İşte o zaman Sultan Hamid bir el işâretiyle kendisini durdurup Fransızca konuşarak ve bilhassa en temiz Fransızca ile hitab ederek:
‘- Prenez gadre, Madame! Vous allez vous flanquer par terre!.." Yani; "Dikkat edin madam, yere yuvarlanacaksınız!..’ dedi.” [M. Raif Oğan, Sultan Abdülhamid II ve Bugünkü Muârızları, İstanbul, 1956, sh: 37-38)
***
Abdülhamid Han’ın yabancılarla konuşurken kendi diliyle (Türkçe) konuşmasının başka sebeplerinden bahsedenler de vardır. Nitekim tercüme esnasında, konuşulan meseleyle ilgili düşünme fırsatı bulduğunu söyleyenler olduğu gibi, daha başka ve farklı değerlendirmeler de mevcuttur.
“Keçecizade Fuad Paşa hâtıratında, ‘Abdülhamid Fransızca’yı iyi anlardı; fakat kendisine mahsus bir kibir [kendi zu’mu H.E.] ve azamet, daha doğrusu târize veya tenkide uğramamak için hiçbir vakit konuşmazdı.’ demektedir. Kabul törenlerinde bir Osmanlı hükümdarının Fransızca konuşması gayet tabiî ve zarûri bir millî vecîbe olmakla birlikte, Tahsin Paşa onun ‘Fransızca anladığını, fakat tekellüme alışmadığı için konuşmadığını’ yazmaktadır.” [Bkz. Ziya Nur Aksun, II. Abdülhamid Han, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010]
Bunlar da şüphesiz mâkul ve mantıklı sebepler ve izahlardır. Ancak asıl sebebin İslâm’ın ve Müslümanın izzetini muhafaza olduğu da muhakkaktır.
***
N e t i c e
Öğrenebildiğimiz kadar yabancı dil öğrenmek, konuşup yazabilmek elbette faydalıdır, bilhassa gençler arasında teşvik edilmelidir. Nitekim atalarımız, “Bir lisan, bir insan…” demişler. Böylece birden fazla dil bilmenin ehemmiyetine dikkat çekmişler. Bununla beraber insan ne kadar akıllı-zeki, çalışkan, eğitimli ve kabiliyetli olursa olsun, yeryüzündeki bütün dilleri konuşabilmesi mümkün değildir. En çok dil bilen bir insan, on kadar ayrı lisanı ancak konuşabilir ve anlayabilir.O da ayrı bahis…
Maamafih o dilleri öne çıkarmak, yerli yersiz kullanıp, aşağılık kompleksiyle onlara, olması gerekenden fazlaca değer atfetmek de asla doğru bir hareket olmaz. Hele hele Kur’an-ı Kerim’in Arapça olan o enfes lisanını, gerek konuşmalarımızla, gerek farklı harflerle yazışmalarla tebdil ve tahrif etmeye hakkımız yoktur, haddimiz de değildir. Çünkü bu hatalı tutum ve davranışların sonucu -Allah korusun- insanı küfre kadar götürür, götürebilir.
İşte, gerek İmam-ı Rabbani (k.s.) ikaz ve ihtarlarıyla, gerekse Abdülhamid Han hazretleri uygulamalarıyla lisan üzerinden dikkat çekmek istedikleri mühim husus tam da bu noktadadır. Binaenaleyh el’an kullandığımız Latin harfleriyle Kur’an-ı Kerim’i yazmak, basmaya kalkışmak asla caiz olmaz.
Dilerseniz yazımızı, bu mevzuda kaleme alınmış bir eserden yapacağımız iktibasla noktalayalım.
“Şüphesiz Arabî harflerin dışındakilerle Kur’an’ı yazmak, doğru yoldan sapmadır; onu değiştirmedir, bozmadır. Allah yolundan yüz çevirmedir! Kur’an-ı Kerim’in kerametini iptaldir, hükümsüz kılmaktır. Onun ahkâmını, emir ve nehiylerini bırakıp yitirmektir, kaybolmasına sebep olmaktır. Böyle bir fiil ancak cahilden ya da Allah ve Rasûlü’nün hududunu aşan, hedefi delip geçen birinden sadır olur.” [Salih Ali, Tahrîmu Kitabeti’l-Kur’an bi-hurûfin ğayri Arabiyyetin, s. 4; Ayrıca bk. Mustafa Sabri Ef. Mes’eletü Terceti’l-Kur’an, Kahire, 1351]
Mevuz ile alakası bakımından lütfen aşağıdaki linke de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1760-latin-harfleriyle-yasin-i-serif-okunabilir-mi.html
selamünaleyküm hocam İşyerindeki patronun rencide edici tutumları/tavırları yüzünden kendi isteğimle Helalleşerek ayrıldığım işyerimi , ayrıldıktan üç sene sonra diğer arkadaşlarla birlikte mahkemeye verdik. Mahkeme bizi haklı bulup faiziyle birlikte tazminat verdi. Fakat vicdanen rahatsız olup daha önce işten ayrılır iken helalleştiğim aklıma gelince işyeri sahibine gittim parayı iade edip helalleşmek istedim. Beni haksız bulup ısrarla helaleşmek istemedi ve aldığım tazminatı almayı reddetti ve İşyeri sahibi helalleşmek için şart koştu; Savcılığa suç duyurusunda bulunarak yalan beyan ifade ile tazminat aldığımı beyan etmemi istedi. Aslında yalan beyanımız yok. Ama istediğini kabul ettiğimde yalan söylemem kaçınılmaz olacak. Ben sadece kendi adıma helalleşmek istiyorum fakat işveren iyi niyetini anlamam için bunu yaparsan helalleşiriz diyor. İşverenin mahkeme konusundaki iyi niyetinden şüphe ediyorum ki zaten devlet mahkemeleri malumunuz şeri mahkeme değil ve çok sıkıntılı Mahkemeye verdiğimde diğer tazminat sahiplerininde emsal teşkil ederek zarar görmesinden endişe ediyorum. mahkeme bana 10000 tl tazminat bedeli verdi. zaman aşımından dolayı üzerine 5000 tl faiz koydu. toplamda 15000tl kendisinin toplam diğer masraflarla birlikte gideri 25000 tl olarak belgelerle bana gösterdi. SORU: 1- SAVCILIĞA KENDİM İÇİN SUÇ DUYURUSUNDA BULUNARAK HELALLEŞEBİLİR MİYİM? BU DOĞRU BİR YOL MUDUR? 2- EMSAL TEŞKİL ETMESİ SEBEBİYLE DİĞER HAK SAHİPLERİNİN ZARAR GÖRMESİ BENİ MESULİYET ALTINA SOKAR MI? 3- BENDEKİ 15000 TL Yİ VEYA İŞVERENİN KAYBIM DEDİĞİ 25000 TL Yİ DİREK İŞVERENE TESLİM ETSEK HELALLEŞMİŞ OLUR MUYUZ? 4- 3 DEFA KAPISINA GİTTİM HEP YOKUŞA SÜRDÜ HELALLEŞMEK İSTEMİYOR, PARAYI NAPAYIM?
Soru: kemal bilgin tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Cevap 1-2: Her iki meseleyi de öncelikle avukatınla görüş, herhangi bir sıkıntıya mâruz kalıp kalmayacağını, diğer arkadaşlarına zarar verip vermeyeceğini öğren ve ona göre kararını ver. Ne kendini ne de diğer arkadaşlarını sıkıntıya sokmamaya çalış. Bu esnada işverenden, bunu niçin istediğini de sor öğren. Hatta bunu avukatınla da görüşebilirsin. Eğer bu husus makul bir sebebe dayanıyor ve zararsız bir uygulama olacaksa, kabul etmekten imtina etme. Zira helalleşmek için katlanılabilir sıkıntıları göze almak gerekir.
Cevap 3: Zikri geçen parayı (masrafları dahil) ona teslim edip helalleşmen gayet tabii ki iyi olur. Bu metodun aynı zamanda basit, pürüzsüz, uygulaması kolay bir yöntem olacağı mâlum. Ama şayet kabul edip helalleşirse...
Cevap 4: Hatanı, unutmanı itiraf ederek bütün yalvarıp yakarmalarına rağmen gene parayı ve helalleşmeyi kabul etmezse yapılacak iş, takip edilecek yol, kendisine de söyleyerek onun adına o parayı verilmesi müsanip kişi veya kurumlara tasadduk etmek olur. Böylece -inşâallah- bu haktan kurtulunmuş olacağı ümit edilir. Çünkü yapılması icap eden bütün yollara müracaat edilmiş, başka da bir çare kalmamış oluyor.
***
Bir hadis-i şeriflerinde Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kimse kardeşinin haysiyetine, yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas (karşılık) olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı (kıyamat) gün(ün)den önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden (ibadet-tâat, hayır ve hasenatından) alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir." [Buhari, Sahih, Kitâbu’l-Mezâlim, 10]
Görüldüğü üzere, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) beyan ve tavsiyelerine göre, bu durumda helâlleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa, üstünde kul hakları varsa, Allahu Teâla diğer günahlarını bağışladığı halde kul hakkını bağışlamamaktadır. Bunun için mesele, hak sahibinin gönlünü almaya, rızasını kazanıp helalleşmeye kalıyor.
Sizin de dile getirdiğiniz gibi, zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce bir hata yaptığınızı itiraf ederek özür beyan edip, maddî kaybını öderiz. Bununla beraber affedip, hakkını helâl etmesini rica ederiz. Böylece elimizden geleni yapmış oluruz. Muhatabınız da sizi hoş karşılar, müsamaha ve anlayış gösterirse, ne a’lâ… Mes'uliyetiniz kalkmış, hadis-i şerifte açıklandığı gibi, dünyada iken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma ve azaptan kurtulmuş oluruz.
Bununla ayrıca nedametle tevbe ve isitğfar ederiz.
Malumunuz, "Pişmanlık tevbenin kendisidir." [İbn-i Mâce, Sünen, Kitâbü’z-Zühd, 30; İbn Hanbel, Müsned, c.I, s. 376]
Keza, "Günahından tevbe eden hiç günah işlememiş gibi olur." [el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, 4, 97]
Bu hadis-i şeriflerin esrarıyla Allah katında da necat ve huzura kavuşmuş oluruz.
Bir insan tevbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hâl nasıl bilinir, sorusunun da cevabına bakabiliriz.
Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
"Bir günah işledikten sonra tevbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer." [el-Münzirî, a. g. e., 4, 106]
***
N e t i c e
Gerek Rabbine karşı bir günah işleyen, gerekse bir insana haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın akabinde pişmanlık duyarak rızâ-yi ilahiye muvafık ameller işler, Kur'ân ve İslâm’a yönelik hizmet ve çalışmalarını arttırırsa günah zırhının düğmeleri teker teker çözülür… kısa zamanda o günahlardan kurtulur. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o bir kul olarak hâlis bir niyet ve ihlâsla elinden geleni yapmış sayılır.
Bu arada şu mealdeki âyet-i kerimeyi de unutmayalım:
"(Rasûlüm) De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah (şirk müstesna), bütün günahları mağfiret eder (affeder-bağışlar). Şübhesiz ki O, çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir.” [Zümer suresi, 53]
Kâbe-i Muazama’nın çevresinde verilen sadaka
Selamün Aleyküm..
Kabe-i Muazamanin Cevresinde verilen sadaka, Allah (c.c); Bire 100.000 ile mukabele ediyormus dogrumudur?
Ben Hacca gidecegim.. Bana orda Dagitmam icin para veriyorlar..
Orda Dagitilan 10 AvroyA; Allah (c.c) 1.000.000 Avro olarak mi, Rahmet terazisinde degerlendiriyor.?
Soru: Tayfur Demirel tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selâm.
Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aqsa’nın üstünlükleri müsellem ve muhakkaktır. Dolayısiyle oralarda kılınan namazların fazileti büyüktür. Bu mevzuda gelen rivayetler de meşhurdur.
Bu üç mescide hususi ziyarette bulunmak, bu maksatla sefere çıkmak helâldir, sevabı büyüktür. Nitekim Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyrulmuştur ki:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ - رضى الله عنه - عَنِ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ : لاَ تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلاَّ إِلَى ثَلاَثَةِ مَسَاجِدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ، وَمَسْجِدِ الرَّسُولِ وَمَسْجِدِ الأَقْصَى
"Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur: Benim şu Mescidime, Mescid-i Haram'a ve Mescid-i Aksa'ya." [Bkz. Buhârî, Sahih, Salâtu Mescidi Mekke 1, 6, 2/76,77, Savm 67, 2/56; Müslim, Sahih, Hacc 74, hadis no: 1338, c. 2, s. 975; Ebû Dâvud, Sünen, Menâsik hadis no: 2033, 2/216; Tirmizî, Sünen, Salât 243, hadis no: 326, 2/148]
Bunlardan Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namazın, başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha faziletli olduğu rivâyet edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden bir hadis-i şerif şöyledir:
“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdâldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâldir.” [İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 1406]
Yani fazilet bakımından Mescid-i Haram’dan sonra, Mescid-i Nebevî ve ondan sonra da Mescid-i Aksa gelir.
Medine'deki Mescid-i Nebevi’de kılınan bir namaz, diğer mescîdlerde kılman bin namazdan hayırlıdır.
Mekke'deki Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan hayırlıdır. Şu halde Mescid-i Harâm'da kılınan bir namaz Mescid-i Nebevî’de kılınan yüz namazdan hayırlı olur. Çünkü Mescîd-i Harâm'da kılınan namazın sevabının, Mescîd-i Nebevî’de kılınan namazın sevâbının yüz katı olduğu hadis-i şeriften anlaşılıyor.
İbn Hacer el-Aqalânî (r.aleyh) Fethu'l-Bâri'de şöyle demiştir: “Hadiste ‘Mescid-i Harâm'da kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan hayırlıdır’ buyurulurken bu hükümden Medine Mescidi / Mescid-i Nebevî müstesna tutulmuştur. Hadîsi böyle tefsir ve te’vil etmek gerekir. Çünkü Medîne'deki mescidin diğer mescidlerden namaz sevabı bakımından bin kat üstünlüğü başka hadislerle sabittir.”
***
Mekke’de Harem-i şerifte verilen sadakanın faziletine gelince…
Bu hususta mutlak mânâda orada verilen sadakanın üstünlüğüne dair bir rivayete rastlamadım. Müçtehitler sadakayı da namaza kıyas etmişler midir, onu da bilmiyorum. Ancak bazı eserlerde Hasan-ı Basrî (r.aleyh) hazretlerinin şöyle söylediği nakledilmiştir:
“Mekke'de bir gün oruç, diğer yerlerdeki yüzbin oruca bedeldir. Orada verilen bir dirhem sadaka, başka yerlerde verilen yüzbin dirheme eşittir. Mekke'de yapılan her hasene / iyilik yüzbine bedeldir”.
Maamafih sadakanın namazdan farklı yönlerinin olduğunu da unutmamak lazım. Bu itibarla kaynaklarda “sadakanın en faziletlisi” başlığı altında yer verilen hadis-i şeriflere de bakmanın, meselenin daha iyi anlaşılması bakımından isabetli olacağını mülahaza ediyorum. Dilerseniz bir nebze atf-ı nazar edelim.
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle anlatıyor:
Rasûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; ‘Falana şu kadar, filâna bu kadar’ demeye bırakma. Zira o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” [Buhârî, Sahih, Zekât, 11]
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnasında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” [Ebû Dâvud, Sünen, Vasâyâ, 3, 2866]
Abdullah İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
"Rasûlüllah (s.a.v.) insanların en fazla cömert olanı idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de kendisi Cebrâil (a.s.) ile karşılaşınca daha da artardı. Cebrâil (a.s.) Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Rasûlüllah (s.a.v.) ile buluşur, Rasûlüllah (s.a.v.) ona Kur´ân´ı arzeder / okurdu. Rasûllüllah (s.a.v.) Cebrâil ile buluşunca insanlara rahmet getiren rüzgardan daha çok cömert ve daha fazla faydalı olurdu." [Buhari, Sahih, Sıavm, 7 ]
Enes b. Mâlik’ten (r.a.) rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimize (s.a.v.), ‘Hangi sadaka daha faziletlidir?’ diye sorulunca, “Ramazanda verilen sadaka" [Tirmizî, Sünen, Zekat, 28 (III, 51-52)] buyurmuştur.
Evet, bu böyle olmakla beraber hayatın gerçekleri de ortada. Âcilen yardıma muhtaç insanlar, hizmet müesseseleri varken, bittabii Ramazan ayını bekleyemeyiz, öyle değil mi? Muktezâ-yi hâle / vaziyetin icabına göre davranmamız lazım.
Hâsılı, sadakayı ertelememek, verilmesi gereken yere/yerlere sür’atle vermek gerekir. Haccı, hac mevsimini beklemek yerine, çevremizde ihtiyaçları aciliyet kesbeden kişi ve yerlere tasaddukta bulunmak lazım. Bunun içindir ki Allah dostları; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu” ikazının hakîkat ve hikmetini ısrarla anlatmaya çalışmışlardır.
Çünkü;
Yarını olmayan bir gün, insanın başına her an gelebilir.
Câferîlik
Selamün aleykum hocam. Silsile i Nakşıbendiyyeden Cafer i Sadık (ks) hazretlerinin kendi ismiyle müsemma mezhebi varmıydı?
Rıfad Avni tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Hayır, Ehl-i Sünnet mezhepleri içerisinde ne itikadî ne de amelî bakımdan Câferîlik ismiyle müsemma bir mezhep yoktur. O isimle anılan söz konusu mezhep ve müntesipleri Ehl-i Sünnet hâricidir.
Sorunuzun detaylı cevabı için lütfen aşağıdaki başlıklara bkz.
Kısmetsiz insan olur mu?
Bir insanın kısmetinin hiç olmaması yani hiç evlenmemesi mümkünmü?
Soru: Burhan tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Selamün aleyküm.
Bir insanın evlilikten yana kısmetinin hiç olmaması yani hiç evlenmemesi / evlenememesi elbette mümkün ki, evlenemeyenler de oluyor. Görüyoruz bunları, öyle değil mi?
O halde bunu soru diye yazıp bize gönderene kadar siteye girip kader, kısmet, nasip gibi kelimelerle bu husustaki yazıları görebilirdiniz.
Kaçıncı kez tekrar hatırlatıyorum; lütfen soru göndermeden evvel zahmet buyurup sitede kısa bir araştırma yapınız. Mesela sözünü ettiğiniz hususta aşağıdaki başlıklara bakabilirsiniz.
Kader, nasip-kısmet ve irâde-i cüz’iyye meselesi
Açık söylüyorum; işaret ettiğimiz bu basit ve makul hatırlatmalara riayet etmeyip bizi meşgul eden, bir de farklı isim ve rumuzlarla girerek özellikle meşgul etmek için formatın dışında lüzumsuz sorular soran, dolayısiyle en değerli sermayemiz olan vaktimizden çalanlara hakkımı helal etmiyorum. Sizin sorularınızın da saydığım bu kategorilerin dışında olmadığının farkında olduğumuzu ve bundan böyle hiç değerlendirmeye almayabileceğimizi de bilmenizi isterim.